Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm) Empty
MesajKonu: Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm)   Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm) Icon_minitimeSalı Tem. 27, 2010 9:20 am

Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm)
Nizâmî
Leylâ'nın Kabîlesinin Mecnûn'a Hazırladığı Suikastten Mecnûn'un Babası, Haberdâr Oluyor
Bu aşk hâdisesi etrâfa yayılınca; söz, ayağa düştü. Herkesin ağzında bir dilbere son derece âşık olduğu için deliren nâzlı bir gencin mâcerâsı dolaşıyordu. Mecnûn'dan iyi-kötü sözleri bâzen lehte, bâzen aleyhte dillerine doladılar. Leylâ, bu gevezelerin sözlerinden üzülüyor, keder içinde ağlayıp inliyordu. Leylâ'nın kabîlesine mensup iki kişi, o kabîlenin şâhına gidip:

«Filân çölden divâne bir genç, bizim yurdumuzun şerefini incitecek hareketlerde bulunuyor. Her gün arkasına köpek gibi birkaç kişi takmış; başı açık, yalınayak bizim diyârımıza geliyor. Çeşme başına toplanan halk arasında yeis ve ıstırâb içinde kâh raksediyor, kâh eğilip yerleri öpüyor... Güzel gazeller söylüyor; sesi de güzel... Bu gazelleri halk ezberliyor; bizse küçük mevkie (duruma) düşüyoruz. Söylediği gazeller, pek hayâsızca... Leylâ, onun feryâdından yaralanıyor. Bu rüzgâr, o çırağı söndürür. Ona haddini bildir. Ay gibi kız da onun azâbından kurtulsun.»

Şihne (zâbıta memuru), bunu işitti. Eyvâh; hırsız, ayağı yaralı; şihne, öldürücü... Şihne, kılıcı çekip biledi ve;

«Ona cevâbı bununla vereceğim!»

dedi. Âmirîlerden biri, bunu duyup hemen kabîlesine bildirdi. Seyyid-i Âmirî'ye gidip;

«Felâket gelmezden evvel, çâresine bak. Zîrâ o şihne; can alan, kan döken bir heriftir. Sert bir sele, yıkıcı bir ateşe benzer. Korkarım ki bundan Mecnûn'un haberi olmaz. Haberi olduğu zaman da başı elden gitmiş bulunur. Önünde üstü açık olan bir kuyu bulunduğunu ona haber vermek lâzımdır.»

dedi. Zavallı baba, dostlarından birkaçını yanına alarak yollara düştü. Mecnûn'u güzellikle iknâ edip getirmek istiyorlardı. Koşup aramadık taraf bırakmadılar; fakat Mecnûn'u bulamadılar. Nihâyet ya eceliyle öldüğüne yâhut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalandığına hükmettiler. Kabîlesinden acımadık kimse kalmadı. Halbûki o Leylâ'nın kulu, hazîne gibi bir köşeye gizlenmişti. Dünyanın çekişmelerinden, kavgalarından usanmıştı. Her şeye kulaklarını tıkamış, köşesinde oturuyordu. Öyle bir av yerinde olduğu halde, yoldan kalkan tozla kanaat ediyordu.

Aslan gibi kuvvetli bir kurt, tok olduğu zaman; tilki kadar dâhî korkunç değildir. Tok bir şâhin, sülüne rağbet etmez. Aç olana kepeği ayrılmamış un, boğaça gibidir.Tok olanın nazârında iki defa elenmiş hâlis unun bile hiç kıymeti yoktur. İştihâ fazla olunca adam, sert arpayı bile yumuşatır. tatlı helva, midesi bozuk adama zehir gibi gelir.

Mecnûn'a tatlı bir şey yemek kısmet aramamıştı. O, dâimâ zehir yutuyordu. O kadar kısmetsiz idi ki, bu yüzden kesat kumaşına revâç veriyordu. Hayır, hayır; onun ıstırâbı son haddine vâsıl olduğu için keder edilecek ıstıraplardan değildi. Zîrâ aşk ıstırâbı, onu nefsinin hâkimiyetinden kurtarmıştı. Çok meşakkat çekip hazîne aradığı halde ona yol bulamamıştı.

Birgün Ben-i Saad kabîlesinden birisi, mesut bir altın yazısı gibi karşısına çıktı. Mecnûn, bir su kenarında harâp, perişân bir halde oturuyordu. Söylediği şiirlerin beyitindeki sofra ve misâfir odası gibi güzellikte tek idi. Yânî mânâsı çok geniş, fakat kâfiyesi dâr... Çünkü kimsesiz insan, kâfiyesizdir. Tâlihi, ona öldürücü oklar atıyordu. O da tâlihi gibiydi: Secdeye kapanmaktan vücûdu gerilmiş bir yaya, fakat vefâkârlıkta düz bir oka benziyordu. feryâdından başka bir arkadaşı, gölgesinden başka mahremi yoktu.

Yolcu, Mecnûn'un şekil ve şemâîlini beğendi. Biraz konuşmak istedi. Bir şeyler sordu; fakat hiçbir cevap alamadı. Cevap almaktan ümidini kesip yürüdü. Mecnûn'un kabîlesinin bulunduğu yerden geçerken;

«Filân harâbede bir taş üzerine yılan gibi çöreklenmiş; deli, dertli ve hasta birisini gördüm. İnsan gözünden gizlenen bir cine benziyordu. Istırâb çekmekten canı delinmiş, âdetâ ilikleri görünüyordu.»

dedi. Zavallı baba, vatanından, kabîlesinden ayrılıp oğlunu aramaya çıktı. Cin (dev) gibi mağara mağara dolaşıp divânesini aramaya başladı. Nihâyet Mecnûn'u (geri dönmemesi için develerin ayaklarına bağladıkları) kösteğe benzer, dar bir köşede oturmuş, bir taşı yastık yapmış uyuyor buldu. Kendi kendine bir gazel mırıldanıyor, kâh feryâd ediyor, kâh inliyor, kan ağlıyordu. Tâlihi gibi o da takatsizdi. O kadar kendinden geçmişti ki dünyada insanın varlığından dâhî bîhaberdi. Babası, selâm verdi. Gönlünü alacak sözler söyledi. Mecnûn, gölge gibi babasının ayaklarına kapandı ve şöyle dedi:

«Ey başımın tâcı, canımın bahtı baba... Beni mâzur gör, dermânsızım. Bak da hâlimi sorma. Beni kadere terk et! Beni bu hâlde görmeni ister miydim? Seni buralara kadar sürüklediğim için suçluyum. Yüzüm, karadır... Ne yüzle senden özür dileyebilirim... Benim alnımın yazısı bu imiş... Biliyorsun ki insan, kadere karşı âcizdir.»

Babasının Mecnûn'a Nasihati
Babası, Mecnûn'un hâlini görünce derin bir âh çekti. Başından sarığını çıkarıp yere vurdu. Sabah kuşu gibi inledi. Dünya, başına zindan kesildi.

«Ey kıvrılmış, bükülmüş yaprak. Ey gül defteri gibi yaprakları yırtılmış bîçâre... Ey divâne... Daha ne kadar böyle serseri ve perîşân olacaksın? Ey yanmış, kül olmuş zavallı. Daha ne kadar böyle esassız sevdâlar peşinde koşacaksın? Güzelliğine kimin nazârı değdi? Sana kim lânet etti de bu hâle geldin? Kimin kanına girdin ki böyle vebâlini çekiyorsun? Eteğine kimin dikeni takıldı? Sana ne oldu böyle elden gittin, gözüne hangi diken düştü? İnsan, âşık olur; fakat böyle bedbaht değil! İnsan, minnet çeker; fakat bu kadar acısını değil...

Bu ıstıraptan, düşmanların bu sövüp saymasından usanmadın mı? Bu kınamalara duymadın mı? Bu kadar kıyâmet, seni hâlâ diriltmedi mi? Artık bu heves, kâfîdir. Benim şerefimi, kendi haysiyet ve vakârını mahvettin. Bir evlenmek işi için bu kadar perîşân olmak, çok ayıptır. Her ne kadar ayıbın gizli kalması iyi ise de onu meydana çıkaran, hakîkî dosttur. Bu dost aynası, onu temizlesin diye sana ayıbını gösterir.

Ayna, güzellik ve çirkinlikten doğanlara mahsustur. Ayna; demirdir. Toprak değildir...

Yüreğini bu dertten kurtar... Soğuk demir, dövülmez. Farz edelim ki sevgilinden uzak kalmaya dayanamıyorsun. Fakat arada sırada bizleri görmen lâzım değil mi? Herkes, arzûsu peşinde koşar. Fakat icâbında rücû etmesini de bilir. Bu şarapsız sarhoşluk, bu hiçbir arzûsu olmadan arzûya tapmak, artık yeter... Sen, gidip harmânını rüzgâra verdin. Ben, böyle düşmanların görüp sevineceği bir hâle düştüm. Sende de bende de para varken (güzellik ve şeref), bu kalp parayı elinden at!

Sen, aşk sazını çalıyorsun. Ben, dizlerimi dövüyorum. Sen, elbiseni yırtıyorsun; ben, canımı paralıyorum. Aşk, sende alevlendi. Lâkin senin gönlünü, benimse ciğerimi yaktı. Bu işe elbette çâre bulunur, ümidini kesme... Tohum, birgün yetişip mahsul verebilir. Bu, hayret edebilecek bir şey değildir. Ümit etmediğin bir iş, gün gelir ümit edilebilir bir iş olur. Ümitsizlikte çok ümit vardır. karanlık gecenin sonu, aydınlıktır.

Bahtiyâr, devletli insanlarla düşüp kalk; bu vefâsız bahtından uzaklaş. Elinde servetin olsun. İnsan, arzûlarını onunla ele geçirir. Müşkîl işleri halle ancak para muvaffak olur. O, Allah'ın yüzüğünün firûzesidir.

Cihânı fethetmeye muvaffak olan şey, devlet ve paradır. Eğer sabredersen, şüphesiz yavaş yavaş devlet, sana da gelir. Bu kadar geniş olan deniz, ırmakların damlalarından hâsıl olmuştur. Başı dumanlı dağlar, toprak zerrelerinden vücûda gelmiştir. Sabırda metânet ve sebât göster. İnciyi teennî ile aramalı ve bulmalıdır.

Aklın başında olsun. Zîrâ akılsız adam, ayaksız bir kurda (haşere) benzer. Tilki, kurttan daha akıllı olduğu için onun elinden rızkını elinden alır. Senelerce senin adını anmayan birine neden gönül veriyorsun? O, sensiz gül gibi şen ve neşeli... Sen ise onsuz çamura saplanmış bir haldesin. O, taş yürekli; sen ise yüreğine taş basmışsın. Sana ondan bahsedenler, seni rezîl ve rüsvâ etmek isteyenlerdir. Kendini ıstırâba kapıp koyvermek, bile bile zehir içmeye benzer. Bu, akrep sokmuşa kereviz vermek gibidir. Oğlum, bir iş ile meşgûl ol, oyalan... Bunlardan vazgeç...

Hintli, niçin fili dikenli sopa ile sürer? O'na Hindistan'ı hatırlatmak için.[1]

Sen, cansın. Belki daha azîzsin. Eve gel; zîrâ evim-barkım sensin. Böyle dağlarda sürünmek insanın şerefini kırmaktan başka neye yarar?

Bu yolda taş da vardır, kuyu da vardır. Gözünü yola dik ve dikkatli yürü ki, bunlardan (taş ve kuyudan) kurtulasın. Mücâdele etme. Zîrâ zâbıtâ memuru (şihne), pusudadır. Zinciri kesmeye kalkışma. Zîrâ zincir, demirdendir. Sen, daha bu yolda toysun. Fitne ise yolu tutuşturmuştur. Kılıcı gör ve başını koru. Dostlarınla otur, zevk et! Birkaç düşmanının inadına hayatını neşe içinde geçir.» [2]

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Leylâ ile Mecnûn (3. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (14. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (15. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Edebiyat-
Buraya geçin: