Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm) Empty
MesajKonu: Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm)   Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm) Icon_minitimeSalı Tem. 27, 2010 9:13 am

Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm)
Nizâmî
«Ey sevgili, benim işim gücüm, dâimâ seninledir. Sen de bir iş yap, bir çâre bul. (Yusuf gibi) düştüğüm bu kuyudan kurtulayım. Ya bu hasret içinde elimi tut (yazık, yazık diye başıma vurduğum elimi tut) ya da ayağını uzat öpeyim. İşsiz oturulmaz. Bir köşede elini bağlayıp oturmak hatadır. Niye şimdiye kadar böyle merhametsiz durdun? Acıyana Allah da acır, bilmiyor musun? Aç önüne sofra kuran bir tok, misâfirine hürmeten kendisi de sofraya oturur. Fakat kâseye doğradığı ekmekleri ufak ufak doğrar.

Korkmadan ateşi tutan birisi, onun ne olduğunu bilir.Ben de sen de insan evlâdıyız. Ben, çör-çöpüm; sen, şimşat dalısın. Zırnık, zer (altın) gibi aziz olur mu? Bir batman zırnık, bir damla altınla alınabilir. Ey sevgilim, nerdesin? Ancak seninle canım rahat eder. Böyle olduğu halde niye benim canımı almaya çalışıyorsun? Senden özür dilemeye gelen gönlümün günahı nedir? Seni sevmekten başka ne günahım var?

Şu binlerce gecenin içinde bir gece benim ol! Yanıl da bir kere doğru bir fikir ortaya at. Buna râzı ol, günâhı varsa benim boynuma olsun. Kumarda benim zarım, ters geldi. Ne adım var, ne sanım... Fakat sen bana acırsan, ne olursa olsun, hiç gâm yemem. Gerçi hiddet ve infiâlin çok acıdır. Fakat lütuf ve merhametin ne güne duruyor? Eğer hiddetten ateş kesilirsen, gözyaşımla onu söndür...

Benim hilâlim, senin yıldızındır. Ben, sana bakıp çıldırıyorum.[1] Bana iyilik etmek isterler de seni göstermeye kalkışırlarsa, bu, iyi bir şey olmaz. Zira divâne ile yeni ay, uyuşmazlar. O kadar yalnızım ki, gölgemden başka dostum yok. Ona senden bile haber soramıyorum. Korkuyorum, belki bana rakîb olur. Ben, belki sana zahmet verir diye bir gölgeden bile seni esirgiyorum. Halbuki sen, benden gölgeni dâhî esirgiyorsun.

Gönlümü, cânımı oyunla değil; kolunun kuvvetiyle aldın. Senin aşkınla nâm kazandım. Fakat elime hiçbir şey geçmedi. Sana nâîl olamıyorum. Zararı yok... Hiç olmazsa ümitvârım. Susamış bir çocuk, rüyâda kendisine altın testi ile su verildiğini görse, uyandığı zaman susuzluktan parmağını emer. İki "lâm" (لل) gibi ayağım bükülmüş, iki "yâ" (يى) gibi elim kırılmış. Senin adın, beni bir ad haline getirdi. Çünkü senin adında iki lâm ve iki yâ vardır.[2]

Sevgin, gönülden çıkmaz. Bu sırrı kimseye açamam. Bu sır, ana sütüyle benim tenime sindi ve ancak, canımla beraber çıkar.»

Mecnûn, bu sözleri söyledi ve kendinden geçti. Görenler, çok müteessir oldular. Ona yardım ettiler ve tekrar evine götürdüler.

Ebedî olmayan bir aşk, gençlik şehvetinin bir oyuncağıdır. Aşk, odur ki, eksilmez ve ölüme kadar aynı şiddetle devam eder. Ancak edebiyette zevâl bulan bu aşk, mânâsız bir hayâl değildir.

Mecnûn ki büyük aşkıyla âleme ün salmıştır. Aşkı hakkıyla bilip tanıyordu. Yaşadıkça bu sevdâ yükünü çekecekti. O, gül gibi aşk rüzgârıyla açılıyordu. Şimdi o gül, artık mahvolmuştur. Fakat ondan bu bir katre gül yağı kalmıştır. Şimdi ben de bu ırmakta (kitap) suyumu (şerefimi) o güzel kokulu gül yağı ile ta'tîr ediyorum.

Babasının Mecnûn'u Kâbe'ye Götürmesi
O cihângîrin aşk bayrağı, gece (Leylâ) yükselen ay gibi gökleri tutmuştu. Bu, her gün daha da fazlaşıyordu. Artık tamamen Mecnûn'a dönmüştü. Aşk yüzünden onda tecellî eden her delilik hamlesi, onu dünyaya ve insanlara bağlayan bir zinciri koparıp atıyordu. Tâlih, onun işinden elini çekmişti. Babası, büyük bir üzüntü içinde, elinden bir şey gelmiyor,sadece bu karanlık gece sona ersin diye ciğeri yana yana Allah'a yalvarıyordu. Gitmediği, el kaldırıp dûâ etmediği bir ziyâretgâh kalmadı. Akrabâsı da onunla beraber dûâ ediyor, zavallının derdine çâre arıyorlardı. Nihâyet Kâbe'ye gitmeye karar verdiler.

«Bütün cihânın yönelip yalvardığı yer, orasıdır. Belki Cenâb-ı Hakk, dileğimizi ihsân eder.»

diyorlardı. Hac mevsiminde hazırlandılar. Babası, güç belâ Kays'ı (Mecnûn'u) iknâ etti. Onu deve üzerindeki beşiğe (Mehd'e) bir ay parçası gibi oturttu. Kâbe gibi kulağında kulluk küpesi, bin türlü heyecân, yalvarış, yakarış içinde Kâbe'ye geldi. Yollarda çöl halkına kum gibi inci ve altın sadaka veriyordu. Evinin köşesindeki hazîne (Mecnûn) uğrunda bir çok hazîne sarf edildi. Kâbe'nin cemâlini görünce, murâdını elde etmeye şitâbetti. Seve okşaya Mecnûn'un elinden tuttu. Bir müddet, Kâbe'nin gölgesi altında durdular. Dedi ki;

«Oğlum, burası öyle oyuncak yeri değildir. Biçârelerin çâre buldukları bir yerdir. Haydi koş. Kâbe halkasına bir halka gibi sarıl. Gâm halkasından ancak böyle kurtulabilirsin. "Yarabbî" de, "Beni tevfîkinle bu mânâsız işten kurtar. Bana acı, beni koru... Bu deliliği benden al! Yarabbî, ben, aşka müptelâyım, beni aşk belâsından kurtar!" de.»

Mecnûn, aşk sözünü işitince evvelâ ağladı. Sonra güldü ve bir yılan gibi halkalanıp yerinden sıçradı. Kâbe'nin zülfünün halkasına sarıldı. Halkayı göğsüne sımsıkı bastırıp şöyle dedi:

«Bugün, kapında halka gibi duran, benim. Aşk halkasının ortasında canımı istiyorum... Kulağım, dâimâ onun halkasıyla süslensin (aşkın kulu olayım). Bana, "Aşkı terk et. Herkesin hoşuna gidecek bir yaşamanın yolu budur." diyorlar. Oysa ben, gıdâmı aşktan alıyorum. Aşkım, ölürse; ben de ölürüm. Benim hamurum, aşkla yoğrulmuştur. Kaderim, aşktan başka bir şey olmasın.

Aşkı duymayan bir gönlü, gâm seli, silip süpürsün. Yârabbî, Rabliğin aşkına, ululuğunun kemâli aşkına, beni aşkta öyle bir mertebeye getir ki; ben ölsem dâhî o yaşasın! Bana aşk çeşmesinden nûr ver! Bu sürmeyi gözümden uzak etme! Her ne kadar aşk şarâbından sarhoşum, fakat beni daha fazla âşık et!

Diyorlar ki, "Kendini aşktan kurtar. Leylâ'dan vazgeç!" Yârabbî, Leylâ'ya olan sevgimi her lahzâ ziyâdeleştir! Ömrümden ne kaldıysa al ve onu Leylâ'nın ömrüne ilâve et. Her ne kadar onun aşkının ıstırâbıyla kıla döndümse de, istemem ki onun saçından tek bir kıl (tel) eksilsin... Kulağım, onun halkasından (kulluğundan) ayrılmasın. Kadehim, dâimâ O'nun şarâbıyla dolu olsun. Adım, onun altınının üzerinde (altın bir sikke gibi) yazılı bulunsun.

Canım, onun güzelliğine fedâ olsun. Kanımı dâhî içse, helâl olsun. Her ne kadar onun ıstırâbıyla mum gibi yanıp tükensem de, gündüzüm dâhî onun ıstırâbından hâli olmasın! Böyle yerinde olan bir sevgi, eksilmesin, yüz misli artsın!!!»

Babası, Mecnûn'un söylediklerini dinliyordu. Bunları işitince sustu, bir şey söyleyemedi. Anladı ki o, gönlünü esîr etmiş, derdine çâre bulunmaz. Eve, akrabâsının yanına dönünce, Mecnûn'dan duyduklarını onlara da anlattı:

«Bu zincirini koparan divâne, Kâbe'nin halkasını elinde görünce öyle bir zemzemeye başladı ki, beni zemzem (suyu) gibi coşturdu. Ben, sanmıştım ki onu Leylâ'dan kurtarması için Allah-u Teâlâ'ya yalvaracak... Bilâkis; hep onu (Leylâ'yı) istedi, ondan bahsetti. Kendine lânet edip Leylâ'yı medhetti.» [3]

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Leylâ ile Mecnûn (7. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (8. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (9. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (10. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (10. Bölüm)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Edebiyat-
Buraya geçin: