Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm) Empty
MesajKonu: Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm)   Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm) Icon_minitimeSalı Tem. 27, 2010 9:18 am

Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm)
Nizâmî
Hikâyeyi söyleyen, bu sözün incisini deldiği zaman şöyle söyledi:

Arap mülkünün en güzel yerinde bir büyük adam varmış. Ben-î Âmir (Âmiroğulları) kabîlesinin reisi olan bu zât, o civârın en mâmur vilâyetinin hâkimi imiş. Arap toprağı, onun adının rüzgârıyla kadehindeki şaraptan daha güzel kokulu imiş. Hüner sâhibi, erlikte eşsiz; hulâsa, bütün âlemin en değerlisi. Dileğince ömür sürmek husûsunda Arab'ın sultânı, zenginlik bakımından da Acem'in Kârûn'u... Fakirleri okşar, misâfiri sever;onun evinde ikbâl, âdeta kabuğunun içinde iç gibiymiş...

Halife kadar meşhûr olduğu halde bir halefi (oğlu) olmadığından nursuz bir mum gibi. Evlâda sedeften daha ziyâde muhtaç; başak gibi tane arzusunda. İstiyor ki bahtının eli, ağacından bir dal yetiştirsin. Bir servi ağacı, zamanla mahvolur. Fakat kökeninden seni servi yetişir ve bir sülün, o çimene geldiği zaman, eski servinin yerinde yenisini bulur ve eski ağacı bulamazsa da yenisinin gölgesine sığınır. O da böyle olmasını istiyordu. Kendi neslinden hayata bir halef armağan eden bir insan, dâimâ diridir.

Bu dileğinin olması için ihsanlar veriyor, fukaraya paralar dağıtıyor, bin bedre (altın) veriyor, bir bedir (ayın on dördü)'e nâil olmak için. Gül ekiyor, fakat yetişmiyor. İnci istiyor, fakat elde edemiyor. Ama bundan vaz da geçmiyor...

Bilmiyor ki bu gecikmede bir hikmet, bir maslahât vardır. İsteklerin, zamanında eline geçmezse; bil ki onda bir hikmet vardır. Kendi düşüncene göre iyi ve kötü saydığın şeyler, iyice dikkat edersen dâimâ iyidir. Dileklerini elde edip bahtiyâr olanlar görürsün. Fakat dikkat edersen, yine görürsün ki onlar, bu şekilde bahtiyâr olmasalardı, daha iyi olacaktı. Birçok isteklerin ele geçmemesi, insan için hayırlıdır. Herkes, dileği peşinde harâretle koşuyor. Faka kendisi için hayırlı olan nedir, bilmiyor... Gaybı kimse bilmiyor. Kilit sandığın birçok şeyler, anahtar çıkıveriyor.

Lâl mâdeni, nasıl kendini lâl yetiştirmeye vakfetmişse; bu inci isteyen adam da evladâ öyle düşkündü. Nihâyet birgün, Cenâb-ı Hakk, duâsını kabûl etti ve ona dilediği gibi bir evlât ihsân etti. Nar gibi güler yüzlü ve neşeli bir tâze gül... Ne nar, ne de gül; onlardan bin kat daha güzel! Parlaklıkta pırıl pırıl parlayan bir inci... Bu toprak sarayda (dünyada) geceleri gündüzü çeviren bir ışık...

Babası, oğlunun güzelliğini görür görmez, hazînelerinin kapılarını açtı. hazînesinden yetişen o incinin şerefine gül gibi (ve gülün içindeki sarı tohumlar gibi) hazineler (altınlar) saçmaya başladı. Onu bir sütnineye verdiler. Onun kuvvetli sütüyle beslenmeye başladı. Devrân, bir dâye gibi onu şefkât sütüyle besledi. Gönlüne damlayan her süt damlası üzerine bir "vefâ" harfi yazdılar. Gıdâ namına verdikleri her şeyin içine gönül sevgisi de kattılar. Yanağına nazâr değmesin diye her çektikleri üzerlik tohumu çizgisine bir gönül efsûnu okuyup üflediler.

Lâle gibi ağzını sütle yıkıyor, beyaz gül yaprağı gibi sütle yetişiyordu.[1] Zannedersin ki bu çocuk, süt içinde baldı. Yahut beşik içinde bir ay parçasıydı. Ayın On dördüncü günü gelince; yani çocuk, ayın on dördü gibi olunca, ona "KAYS" (قيس) adını verdiler.

Kays, 1 yaşına geldi. Güzelliği arttı. Aşk, ona iki eliyle su veriyordu ve onda Aşk cevheri parlıyordu. 2-3 sene, zevk ve oyunla geçti. şefkât içinde büyüyordu. 7 yaşına gelince, lâle gibi yanağının etrafında "Menekşe" renginde hat (tüy) belirdi. Yüzünü uzaktan gören, ona okuyup üflüyordu. 10 yaşına gelince, güzelliği halk arasında masal hâline geldi. Babası, onu görünce sevincinden ne yapacağını bilmiyordu. Artık mektep zamânı gelmişti. Kays'ı bir hocaya teslîm ettiler. Gece-gündüz, onu okutmakla meşgûl olacaktı. mektepte bir çok çocuk, onunla arkadaş oldu. Her çocuk, öğrenmek ümidi ve cezâ korkusuyla okuyup çalışıyordu. Bu erkek yavrular arasında bir kaç da kız çocuğu vardı. Her biri, bir kabîlden, bir yerden gelip o edep sarayında toplanmışlardı. Hünerli Kays, ilim öğrenmeye çalışıyor, yakut gibi kırmızı dudağı, inciler saçıyordu.

Orada başka bir kabîlenin sedefinden bir delinmemiş inci, belki bir inci ve cevher dizisi vardı. Sıhhatli, mükemmel güzel bir kız... Akıl gibi iyi şöhrete sahip. Zarif bir bebek kadar güzel; ay gibi bir kız... Yüksek servi gibi herkesin bakışını kendine çeken bir dilber...

O kadar cilveli ki, ufak bir yan bakışla bir değil; bin sîne yarar. Bir âhû gözlü ki, her zaman bir cilvesiyle bir cihânı öldürür.Göründüğü zaman Arabistan Ay'ı, gönül kapmakta Acem Türk'ü... Zülfü, gece; yanağı, meşâle... Yahut karga pençesinde bir meşâle... Ağzı küçük, fakat mertebesi büyük. Geniş bir lezzeti dar bir mahfazaya sığdırmış bir şeker kutusu...

Tatlı tatlı konuştuğu zaman, dişleri arasında şeker kırıyor zannedersin. O ordular kıran dilber, elbette şeker kırar... Arkadaşları arasında bir muska ve en güzellerin ağusuna (kucağına) lâyık.[2] Hayat evinin hanımı, gençlik kasîdesinin şâh beyti; alnında inciler gibi parlayan ter damlaları, onun zenh bendi [3] ve zülfünün halkası da amberîni idi.[4]

Yanağının allığı, sütle beslenen kandandı. Anadan doğma sürmeliydi. Zülfünün siyah teline ve onun bir düğümü gibi duran benine, güzelliğinin incileri dizilmişti. Her gönülde onun aşkı vardı. Saçı gece (ليل, leyl) [5], adı da "LEYLÂ" (ليلا) idi. Kays, ondaki câzibeye gönül verdi ve gönül mihri (nikâhı) ile onu satın aldı. O da Kays'ın sevdâsına düştü ve her ikisinin göğsünde sevgi fidanı yetişti. Aşk geldi ve birbirine uygun olan bu iki gence ilk aşk kadehini sundu. İlk sarhoşluk, ilk şarap, çok zordur. Sevgi gülünü kokladıktan sonra artık birbirinden ayrılmalıdırlar.

Bu (Kays), canını onun güzelliğine vermiş; sevdiğinin gönlünü almış. Fakat canını (ki sevdiğidir) elde edememiş. O (Leylâ) ise, bunun (Mecnûn'un) yanağına göz koymuş ve ona gönül vermiş. Fakat onun gönlünün murâdını vermemiş.

Arkadaşları, ilim öğrenmek hesâbında; bunlar, sevgi peşinde. Arkadaşları, lügâtler öğreniyorken; bunlar, başka bir lügât (kuş dili) yazıyorlar. Arkadaşları, ilimden bir yaprak okuyorken; bunlar, sevgi teneffüs ediyorlardı.

Leylâ ile Mecnûn'un Birbirlerine Aşık Olmaları
Her gün sabah olup Yusuf yüzlü şarklı güzel (Güneş) doğunca, turunç şeklinde yuvarlak olan felek, onun yüzündeki hattı (reyhanı) altın ışıklarla turuncu rengine boyardı. Leylâ, o zaman turunç ile oynamak için çenesinden turunç yapardı. Bu tâze turuncu görenler, (Yusuf'u gören kadınların yaptıkları gibi) turunç yerine ellerini doğrarlardı. Onun elinde turunç görenler, aşktan nar gibi yarılıp parçalanırlardı.

Kays ise, bu nâz ve işvenin karşısında onun turuncunun gâmıyla yanağı turunç gibi sararmış bir halde kalırdı. Bu nanenç ve turuncun güzel kokuları, arkadaşlarını ferahlandırırdı.

Bunlardan birisinin bir yeri incinse, ikisi birden feryâd ederdi. Aşk gelince kayıtsızlık kılıcını çekip evi başka sevgilerden boşaltır. Aşk, onlara gâm verip gönüllerini aldı. Artık gönül verince karârları da kalmadı. Aralarındaki bu muhabbet, dedikoduya mûcip oldu. Her tarafta Kays'a arsız ve terbiyesiz dediler. Her mahallede Leylâ, artık "sırrı" dillere düşmüş bir kız hâline geldi. Bu muhakkak olan sevgi (muhkem olan âyet), herkesin ağzında başka bir hikâye şeklinde tefsîr edilmeye başladı. Bu sırrı meydâna vermemek için kendilerini çok tuttular. Fakat göbek miskinin kokusu, gizlenilebilir mi?

Bu aşktan haberdâr olan bir dost, birgün bu aşkın güzelliği üzerinden duvağı kaldırdı. Bu çıplak aşkı örtmek için çalıştılar, sabrettiler. Aşkta sabrın ne faydası vardır? Güneş, balçıkla sıvanmaz ki!... Bir gamze ile insanı aldatan (gamz eden) bir göz karşısında o sır, nasıl perde içinde gizli kalabilir? Bin halkalı zincire benzeyen o zülüf karşısında insan, deli olmaktan başka ne tedbîr kullanabilir? Böyle dillere düştükten sonra biraz akıllanır gibi oldular. Birbirlerine kaçamaklı nazarlarla bakmaya başladılar.

Kays'ın hâli, perişândı. Aşkın çemberi içine düşmüş, bir yerlerde duramıyordu. Leylâ ile bir arada idi. Lâkin yine sabredemiyordu. Bir anda gönlü elden gitmişti. Hem kırba delinmiş, hem eşek yuvarlanmıştı. Onun gibi aşka düşmemiş olanlar, kendisine "Mecnûn" (مجنون) lakâbını verdiler. O da zavallı hâliyle bu lakâbı tasdîk ediyordu. Çok kınadılar, Mecnûn'dan "Yeni Ay"ı (Leylâ'yı) gizlediler.[6] Köpekler gibi hırlayan âhû yavrusunu (Mecnûn'u) tâze çayıra (Leylâ'ya) yaklaşmaktan men ettiler.

Mecnûn, Leylâ'dan ayrılınca; gözlerinden inciler dökülmeye başladı. Leylâ'nın yüzünü göremeyen Mecnûn, her kirpiğinden seller akıtıyordu. Gözünde yaş, gönlünde ıstırap; çarşı-pazar dolaşıp duruyordu. Böyle müessir (üzgün) şiirler okuyup gezerken; herkes, arkasından "Mecnûn, Mecnûn!" (deli) diye bağırırdı. O da artık her şeyi göze almış, ipin ucunu bırakmıştıç Bunlara ehemmiyet vermiyor, hakîkâten deli gibi dolaşıp duruyordu.

Küçük boyu ile eşek sürmeye kalkışmıştı. Nihayet eşek kaçtı, yularını da beraber götürdü. Yâri ona gâmlı desin diye, nar gibi gönlünü iki parçaya ayırdı. Sırrını saklamaya çalıştı; fakat gönül ateşiyle kim başa çıkabilir? Ciğerinin kanı, yüzüne vurdu, gönülden geçti, başına çıktı.

O, sevgilisinin sevdâsı peşinde; sevgilisi ise ondan uzak... Gönlü, gâmla dolu. Bu ıstırâbı paylaşacak ve onu teselli edecek yâri, ondan uzak... Mum gibi sabahlara kadar uykusuz kalıyor, gündüz bir dakika dinleniyor, gece uyuyamıyor, ıstıraptan kendini öldürerek canının, teninin devâsını atıyor... O ümit uğrunda canını harâp ediyor, başını eşiklere vuruyor...

Mecnûn, her sabah başı açık, yalın ayak sahrâya (çöle) çıkardı. O, yârinin bendesi (kölesi); yâri ise evinde mahpus (bentte)... Yalnızca uzaktan birbirlerini koklamakla yetiniyorlar...

Mecnûn, her gece bu ayrılığın coşkunluğuyla şiirler okuyarak gizlice sevgilisinin mahallesine gider, onun kapısını öper ve geri dönerdi. Fakat bu avdet, daha ne kadar sürerdi? Leylâ'ya gidişi, şimâl rüzgârları gibi sürâtliydi. Fakat dönüşü, sanki yıllar sürüyordu. Ona giderken, sanki bin tane kanadı vardı; uçarak giderdi. Dönüşte ise yolunu dikenler kaplar gibiydi. Kuyuya su akar gibi giderdi; dönerken ise sanki yolunda kuyular, uçurumlar açılırdı. Yârine ayakları şişmiş, kabarmış giderkenki rahvân at üzerinde giderdi. Dönerken önünde kuyu bulunan bir adam gibi hareketsiz, bitâb kalırdı. Eğer tâlih, ona müsaade etseydi, vatanına hiç dönmeyecekti...

Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm)
Nizâmî
Hikâyeyi söyleyen, bu sözün incisini deldiği zaman şöyle söyledi:

Arap mülkünün en güzel yerinde bir büyük adam varmış. Ben-î Âmir (Âmiroğulları) kabîlesinin reisi olan bu zât, o civârın en mâmur vilâyetinin hâkimi imiş. Arap toprağı, onun adının rüzgârıyla kadehindeki şaraptan daha güzel kokulu imiş. Hüner sâhibi, erlikte eşsiz; hulâsa, bütün âlemin en değerlisi. Dileğince ömür sürmek husûsunda Arab'ın sultânı, zenginlik bakımından da Acem'in Kârûn'u... Fakirleri okşar, misâfiri sever;onun evinde ikbâl, âdeta kabuğunun içinde iç gibiymiş...

Halife kadar meşhûr olduğu halde bir halefi (oğlu) olmadığından nursuz bir mum gibi. Evlâda sedeften daha ziyâde muhtaç; başak gibi tane arzusunda. İstiyor ki bahtının eli, ağacından bir dal yetiştirsin. Bir servi ağacı, zamanla mahvolur. Fakat kökeninden seni servi yetişir ve bir sülün, o çimene geldiği zaman, eski servinin yerinde yenisini bulur ve eski ağacı bulamazsa da yenisinin gölgesine sığınır. O da böyle olmasını istiyordu. Kendi neslinden hayata bir halef armağan eden bir insan, dâimâ diridir.

Bu dileğinin olması için ihsanlar veriyor, fukaraya paralar dağıtıyor, bin bedre (altın) veriyor, bir bedir (ayın on dördü)'e nâil olmak için. Gül ekiyor, fakat yetişmiyor. İnci istiyor, fakat elde edemiyor. Ama bundan vaz da geçmiyor...

Bilmiyor ki bu gecikmede bir hikmet, bir maslahât vardır. İsteklerin, zamanında eline geçmezse; bil ki onda bir hikmet vardır. Kendi düşüncene göre iyi ve kötü saydığın şeyler, iyice dikkat edersen dâimâ iyidir. Dileklerini elde edip bahtiyâr olanlar görürsün. Fakat dikkat edersen, yine görürsün ki onlar, bu şekilde bahtiyâr olmasalardı, daha iyi olacaktı. Birçok isteklerin ele geçmemesi, insan için hayırlıdır. Herkes, dileği peşinde harâretle koşuyor. Faka kendisi için hayırlı olan nedir, bilmiyor... Gaybı kimse bilmiyor. Kilit sandığın birçok şeyler, anahtar çıkıveriyor.

Lâl mâdeni, nasıl kendini lâl yetiştirmeye vakfetmişse; bu inci isteyen adam da evladâ öyle düşkündü. Nihâyet birgün, Cenâb-ı Hakk, duâsını kabûl etti ve ona dilediği gibi bir evlât ihsân etti. Nar gibi güler yüzlü ve neşeli bir tâze gül... Ne nar, ne de gül; onlardan bin kat daha güzel! Parlaklıkta pırıl pırıl parlayan bir inci... Bu toprak sarayda (dünyada) geceleri gündüzü çeviren bir ışık...

Babası, oğlunun güzelliğini görür görmez, hazînelerinin kapılarını açtı. hazînesinden yetişen o incinin şerefine gül gibi (ve gülün içindeki sarı tohumlar gibi) hazineler (altınlar) saçmaya başladı. Onu bir sütnineye verdiler. Onun kuvvetli sütüyle beslenmeye başladı. Devrân, bir dâye gibi onu şefkât sütüyle besledi. Gönlüne damlayan her süt damlası üzerine bir "vefâ" harfi yazdılar. Gıdâ namına verdikleri her şeyin içine gönül sevgisi de kattılar. Yanağına nazâr değmesin diye her çektikleri üzerlik tohumu çizgisine bir gönül efsûnu okuyup üflediler.

Lâle gibi ağzını sütle yıkıyor, beyaz gül yaprağı gibi sütle yetişiyordu.[1] Zannedersin ki bu çocuk, süt içinde baldı. Yahut beşik içinde bir ay parçasıydı. Ayın On dördüncü günü gelince; yani çocuk, ayın on dördü gibi olunca, ona "KAYS" (قيس) adını verdiler.

Kays, 1 yaşına geldi. Güzelliği arttı. Aşk, ona iki eliyle su veriyordu ve onda Aşk cevheri parlıyordu. 2-3 sene, zevk ve oyunla geçti. şefkât içinde büyüyordu. 7 yaşına gelince, lâle gibi yanağının etrafında "Menekşe" renginde hat (tüy) belirdi. Yüzünü uzaktan gören, ona okuyup üflüyordu. 10 yaşına gelince, güzelliği halk arasında masal hâline geldi. Babası, onu görünce sevincinden ne yapacağını bilmiyordu. Artık mektep zamânı gelmişti. Kays'ı bir hocaya teslîm ettiler. Gece-gündüz, onu okutmakla meşgûl olacaktı. mektepte bir çok çocuk, onunla arkadaş oldu. Her çocuk, öğrenmek ümidi ve cezâ korkusuyla okuyup çalışıyordu. Bu erkek yavrular arasında bir kaç da kız çocuğu vardı. Her biri, bir kabîlden, bir yerden gelip o edep sarayında toplanmışlardı. Hünerli Kays, ilim öğrenmeye çalışıyor, yakut gibi kırmızı dudağı, inciler saçıyordu.

Orada başka bir kabîlenin sedefinden bir delinmemiş inci, belki bir inci ve cevher dizisi vardı. Sıhhatli, mükemmel güzel bir kız... Akıl gibi iyi şöhrete sahip. Zarif bir bebek kadar güzel; ay gibi bir kız... Yüksek servi gibi herkesin bakışını kendine çeken bir dilber...

O kadar cilveli ki, ufak bir yan bakışla bir değil; bin sîne yarar. Bir âhû gözlü ki, her zaman bir cilvesiyle bir cihânı öldürür.Göründüğü zaman Arabistan Ay'ı, gönül kapmakta Acem Türk'ü... Zülfü, gece; yanağı, meşâle... Yahut karga pençesinde bir meşâle... Ağzı küçük, fakat mertebesi büyük. Geniş bir lezzeti dar bir mahfazaya sığdırmış bir şeker kutusu...

Tatlı tatlı konuştuğu zaman, dişleri arasında şeker kırıyor zannedersin. O ordular kıran dilber, elbette şeker kırar... Arkadaşları arasında bir muska ve en güzellerin ağusuna (kucağına) lâyık.[2] Hayat evinin hanımı, gençlik kasîdesinin şâh beyti; alnında inciler gibi parlayan ter damlaları, onun zenh bendi [3] ve zülfünün halkası da amberîni idi.[4]

Yanağının allığı, sütle beslenen kandandı. Anadan doğma sürmeliydi. Zülfünün siyah teline ve onun bir düğümü gibi duran benine, güzelliğinin incileri dizilmişti. Her gönülde onun aşkı vardı. Saçı gece (ليل, leyl) [5], adı da "LEYLÂ" (ليلا) idi. Kays, ondaki câzibeye gönül verdi ve gönül mihri (nikâhı) ile onu satın aldı. O da Kays'ın sevdâsına düştü ve her ikisinin göğsünde sevgi fidanı yetişti. Aşk geldi ve birbirine uygun olan bu iki gence ilk aşk kadehini sundu. İlk sarhoşluk, ilk şarap, çok zordur. Sevgi gülünü kokladıktan sonra artık birbirinden ayrılmalıdırlar.

Bu (Kays), canını onun güzelliğine vermiş; sevdiğinin gönlünü almış. Fakat canını (ki sevdiğidir) elde edememiş. O (Leylâ) ise, bunun (Mecnûn'un) yanağına göz koymuş ve ona gönül vermiş. Fakat onun gönlünün murâdını vermemiş.

Arkadaşları, ilim öğrenmek hesâbında; bunlar, sevgi peşinde. Arkadaşları, lügâtler öğreniyorken; bunlar, başka bir lügât (kuş dili) yazıyorlar. Arkadaşları, ilimden bir yaprak okuyorken; bunlar, sevgi teneffüs ediyorlardı.

Leylâ ile Mecnûn'un Birbirlerine Aşık Olmaları
Her gün sabah olup Yusuf yüzlü şarklı güzel (Güneş) doğunca, turunç şeklinde yuvarlak olan felek, onun yüzündeki hattı (reyhanı) altın ışıklarla turuncu rengine boyardı. Leylâ, o zaman turunç ile oynamak için çenesinden turunç yapardı. Bu tâze turuncu görenler, (Yusuf'u gören kadınların yaptıkları gibi) turunç yerine ellerini doğrarlardı. Onun elinde turunç görenler, aşktan nar gibi yarılıp parçalanırlardı.

Kays ise, bu nâz ve işvenin karşısında onun turuncunun gâmıyla yanağı turunç gibi sararmış bir halde kalırdı. Bu nanenç ve turuncun güzel kokuları, arkadaşlarını ferahlandırırdı.

Bunlardan birisinin bir yeri incinse, ikisi birden feryâd ederdi. Aşk gelince kayıtsızlık kılıcını çekip evi başka sevgilerden boşaltır. Aşk, onlara gâm verip gönüllerini aldı. Artık gönül verince karârları da kalmadı. Aralarındaki bu muhabbet, dedikoduya mûcip oldu. Her tarafta Kays'a arsız ve terbiyesiz dediler. Her mahallede Leylâ, artık "sırrı" dillere düşmüş bir kız hâline geldi. Bu muhakkak olan sevgi (muhkem olan âyet), herkesin ağzında başka bir hikâye şeklinde tefsîr edilmeye başladı. Bu sırrı meydâna vermemek için kendilerini çok tuttular. Fakat göbek miskinin kokusu, gizlenilebilir mi?

Bu aşktan haberdâr olan bir dost, birgün bu aşkın güzelliği üzerinden duvağı kaldırdı. Bu çıplak aşkı örtmek için çalıştılar, sabrettiler. Aşkta sabrın ne faydası vardır? Güneş, balçıkla sıvanmaz ki!... Bir gamze ile insanı aldatan (gamz eden) bir göz karşısında o sır, nasıl perde içinde gizli kalabilir? Bin halkalı zincire benzeyen o zülüf karşısında insan, deli olmaktan başka ne tedbîr kullanabilir? Böyle dillere düştükten sonra biraz akıllanır gibi oldular. Birbirlerine kaçamaklı nazarlarla bakmaya başladılar.

Kays'ın hâli, perişândı. Aşkın çemberi içine düşmüş, bir yerlerde duramıyordu. Leylâ ile bir arada idi. Lâkin yine sabredemiyordu. Bir anda gönlü elden gitmişti. Hem kırba delinmiş, hem eşek yuvarlanmıştı. Onun gibi aşka düşmemiş olanlar, kendisine "Mecnûn" (مجنون) lakâbını verdiler. O da zavallı hâliyle bu lakâbı tasdîk ediyordu. Çok kınadılar, Mecnûn'dan "Yeni Ay"ı (Leylâ'yı) gizlediler.[6] Köpekler gibi hırlayan âhû yavrusunu (Mecnûn'u) tâze çayıra (Leylâ'ya) yaklaşmaktan men ettiler.

Mecnûn, Leylâ'dan ayrılınca; gözlerinden inciler dökülmeye başladı. Leylâ'nın yüzünü göremeyen Mecnûn, her kirpiğinden seller akıtıyordu. Gözünde yaş, gönlünde ıstırap; çarşı-pazar dolaşıp duruyordu. Böyle müessir (üzgün) şiirler okuyup gezerken; herkes, arkasından "Mecnûn, Mecnûn!" (deli) diye bağırırdı. O da artık her şeyi göze almış, ipin ucunu bırakmıştıç Bunlara ehemmiyet vermiyor, hakîkâten deli gibi dolaşıp duruyordu.

Küçük boyu ile eşek sürmeye kalkışmıştı. Nihayet eşek kaçtı, yularını da beraber götürdü. Yâri ona gâmlı desin diye, nar gibi gönlünü iki parçaya ayırdı. Sırrını saklamaya çalıştı; fakat gönül ateşiyle kim başa çıkabilir? Ciğerinin kanı, yüzüne vurdu, gönülden geçti, başına çıktı.

O, sevgilisinin sevdâsı peşinde; sevgilisi ise ondan uzak... Gönlü, gâmla dolu. Bu ıstırâbı paylaşacak ve onu teselli edecek yâri, ondan uzak... Mum gibi sabahlara kadar uykusuz kalıyor, gündüz bir dakika dinleniyor, gece uyuyamıyor, ıstıraptan kendini öldürerek canının, teninin devâsını atıyor... O ümit uğrunda canını harâp ediyor, başını eşiklere vuruyor...

Mecnûn, her sabah başı açık, yalın ayak sahrâya (çöle) çıkardı. O, yârinin bendesi (kölesi); yâri ise evinde mahpus (bentte)... Yalnızca uzaktan birbirlerini koklamakla yetiniyorlar...

Mecnûn, her gece bu ayrılığın coşkunluğuyla şiirler okuyarak gizlice sevgilisinin mahallesine gider, onun kapısını öper ve geri dönerdi. Fakat bu avdet, daha ne kadar sürerdi? Leylâ'ya gidişi, şimâl rüzgârları gibi sürâtliydi. Fakat dönüşü, sanki yıllar sürüyordu. Ona giderken, sanki bin tane kanadı vardı; uçarak giderdi. Dönüşte ise yolunu dikenler kaplar gibiydi. Kuyuya su akar gibi giderdi; dönerken ise sanki yolunda kuyular, uçurumlar açılırdı. Yârine ayakları şişmiş, kabarmış giderkenki rahvân at üzerinde giderdi. Dönerken önünde kuyu bulunan bir adam gibi hareketsiz, bitâb kalırdı. Eğer tâlih, ona müsaade etseydi, vatanına hiç dönmeyecekti...

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Leylâ ile Mecnûn (1. Bölüm)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Leylâ ile Mecnûn (2. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (17. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (3. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (4. Bölüm)
» Leylâ ile Mecnûn (5. Bölüm)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Edebiyat-
Buraya geçin: