Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Sezai Karakoç (Doğunun Yedinci Oğlu)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Sezai Karakoç (Doğunun Yedinci Oğlu) Empty
MesajKonu: Sezai Karakoç (Doğunun Yedinci Oğlu)   Sezai Karakoç (Doğunun Yedinci Oğlu) Icon_minitimeSalı Tem. 27, 2010 9:36 am

Sezai Karakoç (Doğunun Yedinci Oğlu)
Hazırlayan: Akhenaton
Hayatı
«Karakoç, günümüz şiirinde, İslami düşünceyi modern şiirdeki gerçeküstücülükle kaynaştıran; mistisizmden, enbiya-evliya kıssalarından yararlanan, çarpıcı, benzetme ve imgelerle, denenmemiş sentezlere ulaşan, bağımsız sayfalar açtı.» (Behçet Necatigil, 1977) [1]

Sezai Karakoç, memleketimizin önemli fikir ve sanat adamlarından biridir.[2] 22 Ocak [3] 1933'de Diyarbakır-Ergani'de doğdu.[2] Babası Yasin Efendi; onu Ahmet Sezai olarak nüfusa kaydetti.[4] Dedeleri, Ergani ve yöresinde oldukça etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi, Plevne savaşına katılmış; Gazi Osman Paşa'nın takdirini kazanmıştır. Aile Leventoğulları olarak anılır.[5]

Çocukluk yılları Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçti.[4] 1938 yılında Ergani'de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam etti. [3] Altı yaşında ilkokula başladı.[5] İlk öğrenimini Ergani'de, orta öğrenimini Maraş Ortaokulu ve Gaziantep Lisesi'nde tamamladı.[2] Gaziantep lisesinden 1950'de mezun oldu.[5] Lise sonda [6] Osman Yüksel Serdengeçti'yle ve İslam davasını sanat ve yayın dünyasında temsil eden üstadı [7] Necip Fazıl Kısakürek'le tanıştı.[6]

Felsefe okumak istediği için İstanbul'a gitti. Fakat babasının arzusu, ilahiyat fakültesiydi. Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girdi. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırdı. Eğer sınavı kazanmazsa felsefe eğitimi yapacaktı.[5]

1955'te [8] Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, [2] Maliye ve İktisat Bölümü'nü [9] bitirdi. 1956-1959 yılları arasında Maliye Bakanlığı / Mülkiye Müfettiş Muavinliği, 1959-1965 yılları arasında da Gelirler Genel Müdürlüğü kontrolörlüğü görevlerinde bulundu. 1960'ta Diriliş Dergisi'ni çıkardı.[2] Bu dergiyi aylık, haftalık bazen haftada iki kez yayınladı.[10] 1974'ten itibaren düzenli olarak 18 sayı yayınlanan, 1976'dan itibaren gazete biçiminde çıkan Diriliş dergisi yerli düşünce ve edebiyatın en önemli dergilerinden biri oldu. Gazete biçiminde çıkarken 1877'de yayımı aksamaya başlayan Diriliş, 1978'de kapandı.[11] Diriliş, gerek edebiyatımız gerekse fikir ve kültür hayatımız için bir okul olmuş, çok sayıda aydın ve sanatçı yetiştirmiştir.[6]

1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirdikten sonra görevine kaldığı yerden devam etti.[5]

1965'te resmî görevinden istifa ederek [2] gazetecilik ve yayıncılık işlerine girişti.[10] Babıali'de Sabah gazetesinde fıkra yazarlığı yaptı. Milli Gazete, Pazar Postası, Yeni İstiklal ve Büyük Doğu dergilerinde fıkralar yazdı.[2] 1967 yılında İslamın Dirilişi ve Yazılar adlı kitaplarından dolayı yargılandı.[6]

1990 yılında ‘Güller Açan Gül Ağacı' Amblemiyle Diriliş Partisini (DİRİ-P) kurdu. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürüttü. Ancak 1997'de iki genel seçime girmedi gerekçesiyle parti kapatıldı.[5]

Diriliş dergisini aralıklarla çıkarmayı sürdürdü. Diriliş yayınlarını kurdu ve yalnızca kendi kitaplarını yayınladı. Hala yayın faaliyetlerini sürdürmektedir.[2]

2006 yılında kültür bakanlığı özel ödülü ile ödüllendirildi. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işlerine harcanmasını, diğer kısmınınsa posta ile bildirdiği adrese yollanmasını rica ettiği bir mektup yolladı. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi'ni kurdu ve halen partinin genel başkanlık görevini yürütmektedir. 2007 yılının Nisan ayından beri her cumartesi akşamı, Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı'nda değerlendirme konuşmaları yapmaktadır. Bu konuşmalar partinin internet sitesinden canlı olarak yayınlanmaktadır.[3]

Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına farklı boyutlarda anlam yükleyen Sezai Karakoç'un kırk-bir yıllık ‘Diriliş' doktrini etrafında düşünsel alanda bir Diriliş Nesli oluşmuştur.[5]

Aldığı Ödüller
1968 Milli Türk Talebe Birliği Milli Hizmet Madalyası
1970 Sürgündeki Macar Yazarları Gümüş Madalya Ödülü
1982 Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü
1988 Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü
1991 Dünya Sanat ve Kültür Akademisi Ödülü [10]
Diriliş Akımı
Sezai Karakoç, eserleriyle ülkemizin bilhassa fikir ve sanat hayatını derinden etkilemiş, bu alanda hâlen Diriliş Akımı adıyla anılan fikir ve sanat akımının kurucusu olmuştur. Edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı, “20. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eserinde, “Mehmet Âkif, Yahya Kemâl ve Necip Fazıl ile bağlantılı olsa bile Sezai Karakoç'un düşünce adamı, şair ve yazar olarak bunlardan farklı, daha yeni ve esaslı bir yönelim içinde olduğunu, yeni bir akımın kurucusu olduğunu” vurguluyor ve bu akıma Yeni İslamcı Akım adını veriyor. Kabaklı, Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Âkif İnan, Erdem Bayazıt, Alaaddin Özdenören, Ebubekir Eroğlu, İsmail Kıllıoğlu, Turan Koç, Arif Ay, Cahit Koytak, Mustafa Miyasoğlu ve daha başka isimleri de akımın mensuplarından sayıyor ve eserlerinden örneklere yer veriyor. Adı geçen kitapta büyük oranda yararlı bilgiler yer almakla birlikte Sezai Karakoç'un öncüsü olduğu akımın doğru adı Diriliş Akımı veya sadece Diriliş'tir.[7]

Gençlik yıllarından beri ilke edindiği ve taşıdığı felsefe ışığında; yeni nesillere "Diriliş Doktrini"ni anlatır ve bir zaman sonra "Diriliş" kelimesi Üstadın adı ile anılır olur. Bu düşünce biçiminde önce ruhun dirilişini anlatır. "Her an diriliş şafağının eşiğinde bulunuyoruz. Yeter ki sırları kurcalamasını, aramasını bilelim." diyerek haykıracaktır. Etrafında toplanan "Diriliş Genç"lerine; "Ben ağıt yazmayı sevmem / Ölümden değil dirilişten yanayım / Ölümden değil ölüm sonrasından yana / Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yana" diyerek diriliş arzusunu anlatacaktır.[4]

Sezai Karakoç hakkında yazılmış kitaplarda ve kendisiyle ilgili özel sayı çıkarmış dergilerde konuyla ilgili bilgi ve bulgulara ulaşmak mümkündür. Burada Kabaklı'nın tarifinden kısa bir bölüm aktarıyoruz: “Gerçekten, bu yeni İslamcılar, “yabancılaşma”ya karşı çıkarak, sanat ve edebiyatta “yerli düşünce”nin ölümsüz ve her çağı kaplar değerdeki Büyük Kitap (Kur'an) ve Büyük Öncü (Hz. Muhammed)'nün, bugünün gözüyle taze yorumlarını yapmaktadırlar. Onlarca millî olmaktan ziyade, evrensel olan İslam'ın büyük kahramanları, faziletleri, eğitimde, hikmette, siyasette, ekonomi ve “eylem”de sonsuz olan değerleri, edebiyatta bu “yeni İslam”ın, yeni insanın, meleksi ve çocuksu aşkların yeni çalışma, irade, çağdaşlık anlayışlarının şiir, hikâye, piyes ve düşünce malzemesi olmaktadır.” [12][7]

Ve Monna Rosa
Bazı şiirler vardır, şairlerinin önünü adeta tıkar, okurun diğer eserlerine ulaşmasına engel olurlar. Hiçbir şair, falan şiirin şairi olarak tanınmak ve hep öyle anılmak istemez. Hele Sezai Karakoç gibi bir fikir ve dava adamı, gençlik yıllarında yazıp sonraki yıllarda yazdığı eserleriyle kat kat aştığı bir şiirle hiç anılmak istemez. Ancak bu yanlış ve bilinçsiz tutumdan şüphesiz asıl zararlı çıkan, o sanatçının şu ya da bu sebeple meşhur olmuş o bir tek şiirine takılıp kalan okurdur. Ne yazık ki, pek çok kişinin aklına da Sezai Karakoç denilince onun Monna Rosa (Mona Roza) şiiri gelmektedir. Böylelerinin durumu, padişahın hazinesine girip de şaşkınlıktan elindeki küreğin tersiyle ancak bir tek altın alabilen kişinin gülünç ve acıklı haline benzetilebilir.

Sezai Karakoç, Diriliş dergisinde yayınladığı “Hatıralar”da da açıkladığı gibi (Diriliş, Haziran 1989), Monna Rosa'yı, gül, bülbül, Leyla gibi mazmunlarını yeniden diriltme gereğini göz önünde bulundurarak kaleme almıştır. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesidir Monna Rosa. Yazıldığı dönemin (1952) aşk ve kadın anlayışına esaslı bir karşı çıkıştır. Kadını metres, aşkı flört olarak gören, şairaneliğe hor bakan yeni çürümüşlüğe karşı Mecnun'un yurdundan yükselen yepyeni bir itirazdır. Monna Rosa dahil, Karakoç'un hayatı, şahsiyeti, çevresi, mücadelesi ve dönemi hakkındaki en sağlıklı bilgiler Diriliş Dergisi'nin 1987 – 1993 dönemindeki sayılarındadır.[7]

Sanatı ve Edebi Kişiliği
Karakoç şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığı dönemlerden itibaren şiir anlayışını da yazmıştır. Bu konudaki düşüncelerini Edebiyat Yazıları adını verdiği 3 kitapta toplayan Karakoç'un şiirimizde son derece özgün bir yeri vardır. Onun şiiri metafizik bir şiirdir. Türk şiiri geleneksel yapısı itibariyle aslında metafizik bir şiirdir. Ancak bu özellik, Tanzimat'tan sonra değişir. Sadece A.Hamit'te metafizik bir ürperti söz konusu olur. Onunla tekrar başlayan bu anlayış cumhuriyet'in ilk yıllarında Necip Fazıl Kısakürek'te ve Ahmet Kutsi Tecer'de kendini gösterir. Bunlardan başka Yahya Kemal ve Asaf Halet Çelebi'de de metafizik anlayış görülür.Fakat bu metafizik unsurlar adı geçen hiçbir şairin şiir anlayışın açıklamaz, anlatmaz.[3]

İlk şiiri 1951'de "Hisar" dergisinde çıktı. Üniversite yıllarında 1955'te "Şiir Sanatı" dergisini çıkardı. Mülkiye, Yenilik, XX. Asır, İstanbul, Şiir Sanatı dergilerindeki şiirleriyle tanındı. Başlangıçta Pazar Postası'nda İkinci Yeni akımı doğrultusunda şiirler yazdı. Daha sonraki yıllarda tümüyle kendi şiirine yöneldi. Yeni biçim araştırmalarına, değişik imgelerle kendine özgü, mistik ve İslami içeriğe yer veren eserleriyle kuşağının en iyi şairleri arasına girdi. Gazete yazılarında ise İslam toplumlarının çağdaş dünyadaki konumlarını ele aldı. Eski Türk uygarlıklarına ilişkin değerlerle, çağdaş bir kişilik oluşturma düşüncelerini işledi.[10]

Fikir ve sanat eserlerinde, “geleneğin yeniden üretilmesi” sorunsalını da aşarak, Mevlanalar, Yunuslar çağından Şeyh Galip'e uzanan İslam klasiklerinin altın zincirinin günümüzdeki temsilcisi oldu. İslam Milletinin ve İslam Medeniyeti'nin Dirilişi davasını savundu. Eleştirmenler, edebiyat tarihçileri ve akademisyenler Karakoç'un, Türkiye'de 1950'lerden; özellikle 1960'tan sonra üretilen dikkate değer bütün sanat ve düşünce eserleri üzerinde belirgin bir etkisinin bulunduğunu vurguluyorlar. İlk sayısını Nisan 1960'ta çıkardığı ve yayınını aralıklarla otuz üç yıl boyunca sürdürdüğü Diriliş Dergisi çevresinde çok sayıda genç aydının; fikir ve sanat adamının yetişmesine öncülük etti. Edebiyat, Mavera, Yedi İklim, Yönelişler, İkindiyazıları, Kayıtlar, İpek Dili, Hece ve Kaşgar gibi dergiler etrafında toplanan farklı kuşaklardan yazarların büyük çoğunluğu, Büyük Doğu-Diriliş dergileriyle şekillenen dünya görüşü bağlamında eserler verdiler. Eleştirmenler, Karakoç'u hiç okumamış olanların üzerinde bile, O'nun dolaylı tesirinin bulunabileceğini kabul ediyorlar.[7]

Sezai Karakoç, Körfez adlı ilk şiir kitabını ellili yılların sonunda yayımlayarak İkinci Yeniler arasındaki yerini almış, Şahdamar, Hızırla Kırk Saat, Sesler, Taha'nın Kitabı, Gül Muştusu, Zamana Adanmış Sözler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı ile günümüze gelmiştir.[13]

Türk şiirinde “İkinci Yeni” olarak bilinen harekette, şiire gelenekten kaynaklanan anlayışların dışında dağınık, değişik, yeni ve kapalı bir kısım yaklaşımların kazandırıldığı; ses, kelime ve biçim oyunlarıyla şiirin mânâdan uzaklaştırıldığı; şiiri besleyen kültür ve san'at damarlarının koparılmak istendiği bilinmektedir. Bu hareketin müntesipleri arasında kabul edilen ancak duygu, düşünce ve inanç yapısıyla olduğu gibi, hayata bakışı ve dünya görüşüyle de bu hareketin içerisindeki şâirlerden kesin çizgilerle ayrılan Sezai Karakoç, ortaya koyduğu değişiklikler ve farklı yaklaşımlarla şiire, taze ve uzun bir soluk getirmiş, söyleyişe modern ve derinlikli bir güzellik kazandırmıştır. Onun şiirinde; mecazlar ve telmihler kullanılarak, serbest çağrışımlarla okuyucuyu yaşanmış büyük bir kültür ve medeniyetin ihtişamına çeken ve o ihtişamın güzelliğini duyuran, derin bir iştiyâk vardır. Şairin “Gül Muştusu” adlı eseri için Tarık Özcan: “Derinlik dağınıklıksa Sezai Karakoç dağınıktır… Sezai Karakoç'un okunan her şiiri, donanımlı okuyucuyu bir büyük medeniyetin karşısında hayran bırakır.” [14] diyerek Karakoç'un sahip olduğu inanç, kültür ve san'at birikimine, bu birikimin şiirlerine yansımasının bir neticesi olarak İkinci Yeninin diğer şâirlerinden farklı olan yanına işaret eder. Karakoç'un, “İkinci Yeni” şâirleriyle aynı zamanı idrâk etmesi; onlarla aynı zamanda eser vermesi; şiirlerinde kapalı ve gerçeküstücü üslûbu tercih etmiş olması, onun, bu akımın mensupları arasında sayılmasına sebep olmuştur.[15][16]

Ali Yıldız'ın tespitiyle Türk şiirini metafizik bir esasa oturtan şair Sezai Karakoç'tur.Sezai Karakoç bunu modern şiirin diliyle yapmıştır.O, Batı edebiyatını da iyi incelemiş bir şairdir.Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindedir ve şiirlerini bu yönde geliştirmiştir.[3]

Sezai Karakoç; karamsarlık, sıkıntı, bunalım gibi moda, düşünce ve temalara katılmamaktadır. Ona göre sıkıntı, karamsarlık madde ile sınırlı duygulardır. Maddeyi aşan, ruh değerlerine bağlı bir şâirdir. Eserlerinde argo, çirkin kelime, müstehcen ifâdeler görülmez. Konuşma dilini bâzan ustaca kullandığı görülür. Mecazlar çok ve güzeldir. Şiirin özüne ve biçimine önem verir. Eserlerinde dâimâ Türk halkının inançları doğrultusunda, milli değerlere bağlı kalınmıştır.[17]

Edebiyat Yazıları I'deki ilk yazı metafizik ile ilgilidir. Bu, hangi kavramlara önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Karakoç geleneksel şiire de yaklaşır, ancak dili farklıdır.O, modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Poetikasını anlattığı ikinci yazı Soyutlama ile ilgilidir. Nitekim modern sanat genel anlamda soyutlamaya dayanır. Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış olur, tamamlamnası için şairin tekrar somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar bir bağlama oturtması gerekir. Bunu da Diriliş kavramına bağlar.

Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik İBSEN (1828-1906)'in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt'ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder: Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”

Şair, Kendine Yetmeli: "Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli." (1988, s.82) Şair, Kendinden Memnun Olmalı: "Eser´in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. "Beni andırıyor, ah, beni o" demeli." (1988, s.83)

Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevinci”dir.[3]

Sezai Karakoç'un şiirlerinin dış yapısına baktığımızda, serbest vezni büyük bir ustalıkla kullandığını görüyoruz. Serbest vezinle şiirin bediî dilini, özellikle de derûnî ahengini yakalamak kolay değildir. Batı şiirinde geniş uygulama alanı bulan ancak, bizim Dede Korkut hikâyelerimizde de en güzel örneklerini gördüğümüz bu vezinde, şiir söylemenin en önemli hususiyeti, o şiirin muhtevasıyla yoğrulan estetik dili kullanma ve şiire has olan musikîyi yakalayabilme başarısıdır. Saf şiire has olan bir dil ile bediî tefekkür unsurları dediğimiz fikir, his, hayal ve hakikat güzelliği bir anlam derinliği içinde verilmiş, o derûnî ahenkle duyurulmuşsa o şiir; ister Arif Nihat Asya'nın “Nâ't” ve “Bayrak” şiirleri gibi serbest tarzda okunsun, ister Fuzûlî'nin “Su Kasidesi” gibi aruzla yazılsın, isterse “Yûnus'un şiiri gibi hece vezniyle terennüm edilsin, bir Selimiye kadar muhteşem, bir Süleymaniye kadar tek, güzel ve orijinaldir. Aksi taktirde serbest şiirin, şiire has kriterlerden uzaklaşarak nesir olma tehlikesine maruz kalması, ses ve kelime oyunlarının içinde boğulup kaybolması kaçınılmazdır. Bu konuda Prof. Dr. M. Orhan Okay: Bir beytin sınırları arasına sıkışmak yerine birkaç mısra uzayabilen, mısra ortasında da sona erebilen cümle yapısı, şüphesiz şiire bağımsızlık kazandırmıştır. Ancak bu tarzın aşırı kullanma şekilleri, şiir ile nesir arasındaki tehlikeli sınırı da ortadan kaldırmaya kadar götürmüştür.” [5] diyerek şiirin nesir haline dönüşmesiyle şiir olma özelliğini de kaybedeceğine işaret eder.[16]

Şiir dünyasında II. Yeni olarak isimlendirilen şairlerden kabul edilmekle birlikte şiirde işlediği tema, söyleyiş tarzı, düşünce biçimi ve lirizmi ile Türk şiirine, çağdaşlarından oldukça farklı bir yenilik kazandırmıştır. Edebiyatımızın usta kalemlerinden Cemal Süreyya onun için "Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif'in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl'ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edersiniz... Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir. Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur." ibaresini kaleme almıştır. Üstadın şiirlerinde apayrı bir dünyada kendinizi izleme fırsatı bulursunuz. Mahallenizdeki kapı komşularınızı ve onlarla paylaştığınız bir yudum çayı, bahçenizdeki incir, kiraz, dut, erik ve nar ağaçlarını, bağınızdan salkım salkım kopardığınız yemyeşil ve parlak üzümleri, sokak köpeğinizi, evinizde beslediğiniz kedinizi ve geçmişte size ait olan her ne var ise tamamını adeta yeniden yaşarsınız. Bu yüzdendir ki Ece Ayhan; "Sezai'de bir düş kamerasıyla çekilmiş izlenimi veren imajlar daha başat'dır." diyor. Gerçekten de öyledir. O'nun şiirlerini okuduğunuzda; tadına doyamadığınız, hiç bitmesin istediğiniz, rengiyle, sesiyle, parlaklığıyla sizi adeta mest eden bir düşü, canlı olarak kameradan izler gibi hissedersiniz.

Hilmi Yavuz, geçtiğimiz günlerde bir gazete köşesindeki yazısında, ilk olarak bir lise öğrencisi iken "Monna Rosa"yı okumakla Üstad ile karşılaştığını anlatır. Yavuz'u bu kadar derinden etkileyen şiir, daha sonraları yolu aşka düşen, aşktan yana umudu olan, aşık olan, hayatını aşka adamaya ant içen binlerce üniversiteli gencin cebinde bir muska gibi taşınır. O zamanın şartlarında gençler, el yazıları ile şiiri birbirlerine ulaştırırlar ve şiir adeta Karakoç'un olmaktan çıkar ve tüm aşıkların olur.

Bir çoğunu gençlik yıllarında kaleme aldığı başta "Monna Rosa" olmak üzere aşk ve sevda şiirleri O'nu edebiyatımızda silinmez bir isim kılmaktadır. Üstad yalnızca kendi iç dünyası ile ilgilenmez. Şiir için "Hep bana ayak bağı oldu" derken özlediği toplumu ve dünyayı bir ahenk içinde okuyucusuna sunar. "Kaç aç varsa hepsi ben/ Kaç hasta varsa hepsi ben/ Kaç liman önlerinde dönen/ İşsiz hamal hepsi ben" derken her derdi olana kendini ortak etmekten geri durmaz.

Bir yandan İstanbul'un eski/yeni, geçmiş ve gelecek bir medeniyetin sembolü olarak düşler, öte yandan Cezayir, Filistin, Afganistan ve daha pek çok İslam toprağının derdini gönlüne yar eder. Bunu yalnızca şiir yazmış olmak için değil şiiriyle kanayan yaraya bir damlacık deva olmak için kaleme alır çünkü O'na göre; "En büyük acı şu: İnsanlık hadım edildi / Hakiki düşünceden gerçek duyarlıktan ve öz bilgiden" Türk kültür ve sanatının yüceltilmesine katkıda bulunan kişi, topluluk ve kuruluşların devlet adına ödüllendirilmesini amaçlayan Kültür ve Turizm Bakanlığı; bu yıl ''Kültür ve Sanat Büyük Ödülü''nü Sezai Karakoç'a layık gördü. Bakanlık ödül gerekçesi olarak; "Karakoç, insanda insani duyguların canlı algılar halinde yaşayarak gittiği büyük şiir yatağında akması, insanlık macerasında, ruhun ve milletimiz özelinde yüksek bir ifadeye kavuşmuş olan tarihi yeniden yapılanma fırtınalarını şiirlerinde yansıtması sebebiyle ödüle layık görüldü.

Şiirlerinde çarpıcı benzetme ve imgelerle, daha önce denenmemiş sentezlere ulaşan bir sanatçı olarak tanınan Karakoç, Türk edebiyat dünyasında mümtaz bir yere sahip bulunmaktadır" ifadesi ile belki de oldukça gecikmiş bir ödülü sahibine iletti. Bu ödülün üzerinden çok geçmeden Üstad, Bakanlığa yazılı olarak gönderdiği cevabında; ödül için tören istemediğini belirtmiş, sadece plaketin adresine gönderilmesini talep etmiş ve para ödülünü de bakanlığın tasarrufuna bıraktığını açıklamıştı. Bu tavır O'nu yakından tanıyanları doğrusu hiç şaşırtmamıştı. Her zaman olduğu gibi takdirden, ödülden, reklamdan, kameralardan, fotoğraf karelerinden uzak durmuş ve tevazu içerisinde, "şahsının değil eserlerinde ifade ettiği düşüncelerin" önemsenmesi gerektiğine inandığını kanıtlamıştı. Üstad eserleri kadar şahsiyeti ile de milyonlara mesaj vermiş ve yaşadığı sürecede vermeye devam edecektir. Yüreği ve kalemi hiç eksilmesin üzerimizden.[4]

Sezai Karakoç, doğal olana, İslam medeniyetine olan özlemini bu medeniyete mal olduğunu düşündüğü Leylâ figürü üzerinden somutlaştırır. Temsili bir anlamı olan Leylâ ile birlikte bir modernite ve Batılılaşma eleştirisi de getirir Sezai Karakoç. Okura eski zamanları, modernite-öncesini anımsatan Leylâ ile Mecnun anlatısı, böylelikle şairin düşüncelerini açıklaması için uygun bir atmosfer oluşturur.[18]

Toplumsal olgu ve olayları anlama ve açıklamada temel çerçeve olarak gördüğü “medeniyet”i, hem kavramsal, hem de tarihi-sosyolojik cepheleriyle ele almış ve bu konuda oldukça fazla hacim tutan, önemli görüşler ortaya koymuş Sezai Karakoç'un da kültür ve medeniyetin birbirinden ayrı olarak değerlendirilmesine karşı çıktığı görülür. “Medeniyet, ruhumuzla, aklımızla, kalbimizle ilgili bir evrensel gerçekleşiştir, bir tarihi oluş ve değişimdir” (Karakoç, 1987: 9) diyen Karakoç, medeniyeti bütün insanlığa hitap eden bir tarih olgusu olarak görür. Ona göre medeniyet, tek kişiye ya da insanlığa dönük cephesiyle, insanın sadece fiziki ya da fizyolojik ihtiyaçlarına cevap veren bir sistem değil, aynı zamanda manevi-ahlaki, metafizik ve kültürel isteklerini de karşılama amacını taşıyan bir olgudur (Karakoç, 1986: 7). Kültür ve medeniyet ayrımını eleştiren Karakoç, buna ilişkin olarak şunları söyler:

“Medeniyet insanoğlunun asıl amacını gerçekleştirmesi çalışmalarından, ona varma arayışlarından, onu bulmuşsa kaybetmeme çabasından, onu süsleyip püslemesinden, o yöndeki duygularını ve düşüncelerini ifade etme isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerinin, teori ve pratiğinin, tasarım ve eserlerinin, reel ve potansiyel güçlerinin tümü demektir. Kültür medeniyeti değil, medeniyet kültürü içerir. Bize göre kültür, medeniyetin fizyolojisi gibidir. Medeniyetse, sadece anatomi değildir. canlı organizma gibi, anatomik cephesiyle, fizyolojik cephesiyle bir bütündür.” (Karakoç, 1986: 9-10).

Görüldüğü gibi Karakoç, kültür ile medeniyet arasındaki ayırımın yapay olduğunu vurgulayarak, bu tür bir ayırımın medeniyeti reifike etmek (şeyleştirmek) olduğu yönünde bir anlayış sergilemektedir. Buraya kadar örneklerini verdiğimiz istenirse daha da çoğaltılabilecek çok farklı medeniyet ve kültür anlayışlarının aynı zamanda ortak bir özelliğinin de olduğunu düşünmekteyiz. O da her ikisinin de /ister vahiy kaynaklı, ister seküler, isterse de başka özellikleri ağır bassın, insan ve toplumdan ayrı düşünülemeyeceği yani doğada hazır verili bir şekilde bulunmadığıdır. Ancak bu medeniyet ve kültürün sadece insan eseri, insan düşüncesinin ürünü olduğu gibi bir anlama da gelmemelidir. Çünkü medeniyet ve kültürlerin birbirinden farkını ortaya koyan, bir medeniyeti diğerlerinden daha öne çıkarıp büyük ve kalıcı medeniyet haline getiren etken, o medeniyeti kuranların beslendikleri, kendilerini ifade etmedeki biricikliklerini sağlayan değerlerdir. Bu değerler manzumesidir insanları farklı kültür ve medeniyetlerin oluşturulmasındaki aktörler haline getiren ve bu değerlerdir, onların, dünden bugüne hiç durmayan ve daha da artarak süreceği mukadder olan medeniyetlerine sahip çıkma ritim ve reflekslerini diri tutan.[19]

Şairler (...) farkındalık eşiğini atlayarak ilgisini ruhu üzerinden eksiltmeyen insanlardır. Onlar yaşanılan hayatı kendi varlık alanlarıyla karşılar; dolayısıyla da modern baskı alanlarının bilinçleri üzerinde olumsuz bir etki meydana getirmemesi için direnç gösterirler. “Diriliş” düşüncesini gerçekleştirmeye çalışan ve “Öldükten sonra insan nasıl dirilecekse / Ölmeden ben öyle dirildim” [20] diyen Sezai KARAKOÇ da hem şiirleri hem düzyazıları hem de kent'te, insanî yitim alanları karşısında “diri” duran tavrıyla “direnen bir bilinç”tir.

Sezai Karakoç şiirinin önemli özelliklerinden biri dünya içerisinde bulunulan yerin net ve keskin bir biçimde dile getiriliyor olmasıdır. “Var olmayı düşünme” biçimi şeklinde kurgulanan bir hayatın tam ortasında yer alır şair. Bu dünyayı duyarak, inanarak ve düşünerek kendi beni aracılığıyla yoklar. Dolayısıyla kendi duyuş ve düşünüş tarzının zıddı olan bir hayat şiire konu edildiğinde sınırlar kolayca fark edilir ve şairin ifadeleri bu alanda imajinatif bir söyleyişten çok doğrudan ve kesindir. Sözünü ettiğimiz durum Karakoç'un İstanbul'u/Kent'i konu ettiği şiirlerde de hemen göze çarpar. “İstanbul'un Hazan Gazeli” adlı metinde şair, kendi içerisinde biriktirdiği İstanbul ile temsil ettiği hayatın karşısına, zerre zerre dağılan bir hayatı, modern zamanların yaşama biçimini, kor ve ‘divan şairlerinin kasideleri'ne benzettiği İstanbul'u şöyle şiirine dâhil eder: [21]

Ne yapacaksın plaj yerlerini
Gidelim Kâğıthane'ye Sâdabat harabelerine

Şâd etmek için Nedim'in ruhunu
Ağzımızı dayayalım kurumuş çeşmelerine

'Sinemaya gidiyorum” de annene
Cuma namazına gidelim onun yerine

Bakalım hayranlıkla Süleymaniye'ye
Sultanahmed kubbe ve minarelerine

Sahaflarda kitapların sonbaharında
Erelim geçmiş baharın menekşelerine

İstanbul'un kaybolan geçmiş tarihini tabiatını
Son kez tadalım başlamadan ahiret seferine

Dünyadan daha dünya ahiretten ahiret
Bir kent ki benzer divan şairlerinin kasidelerine” [22]

Yukarıda işaret etmeye çalıştığımız durumun bir benzerine şairin, “Zamana Adanmış Sözler” adlı şiir kitabının 4 bölümden meydana gelen “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı şiirinin ilk 2 kısmında da rastlarız. Karakoç'a göre İstanbul başkentler başkentidir. Şiirin birinci bölümünde İstanbul'un ev sahipliği yaptığı uygarlığın dışındakileri ‘türedi uygarlıklar' olarak adlandıran şair, ‘birazcık Roma'yı hesaba katabileceğini' söyler. Fakat ‘Roma kendi kendini', ‘buz gibi eriyen bir kokakola veya bir votka bardağında' ‘inkâr edip durmakta'dır. Şiirin 2. kısmında Karakoç, İstanbul'un neden bir uygarlığın merkezi haline geldiğini de
hissettirerek şunları ifade eder: [21]

(…)
Bana ne Paris'ten
Newyork'tan Londra'dan
Moskova'dan Pekin'den
Senin yanında
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lale Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki'den Nefi'den Şeyh Galib'den
Kucağıma dökülen
Altın leylâk [23]

Yukarıdaki dizelerde ‘gerçeği koğaladım' söz grubuyla işaret edilen “aramak” eylemi, Karakoç'un aslında poetikasının en temelinde yer alan “Diriliş” düşüncesinin de anahtarı hükmündedir. Şair ancak aramakla/‘gerçeği koğalamak'la diri kalınacağına inanır ve tüm hayatını bu ayıklık etrafında örgüler. Şiirin devamında da bu bilincin bir yansıması olarak, “savaşırım doğudan daha doğu / doğrudan daha doğru olanı bulmak için” diyen Karakoç, “Tanrı Şehri” olarak adlandırdığı İstanbul'un denizinden, Ayasofya'sına kadar söylenecek “özgürlük türküsü” için savaşı dahi göze alır ve direnen bir bilinç olarak şunları ifade eder: [21]

(…)
İstanbul'u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben
Servi için savaşırım çınar için savaşırım
Tozlanmamış gün doğuşu için
Yıldızlar geceleri yeniden görünsün diye
Tuz deniz damlasında gülsün
Çam denizle gülüşsün
Su tenimizle barışsın
Ruhumuzla ışısın diye
Savaşçıyım ben atalarım gibi
İstanbul için savaşırım
Bağdat'ın dervişlik ortağı
Şam'ın kılıç kardeşi
Olan İstanbul için [24]

“Ben bir kente girdim mi / Bahar yağmuru gibi girerim / Rüzgârların arkadaşı atlar gibi / Büyütürüm güllerimi / Arıtırım sularını” [25] diyen Sezai Karakoç, tarihten kopup gelen kültürel birikimle bir medeniyetin başşehri olan İstanbul'un sıradan bir kent/tüketim merkezi haline gelmesine adeta isyan eder. İstanbul'un tarihî dokusuyla birlikte metafizik derinliğinin de modern insan tarafından üstünün örtüldüğünü işaret eden şair, böylelikle insanîliğin ortadan kaybolduğuna dikkat çeker.[21]

Zamanın, mekânın ve beni etrafında toplaşan nesnelerin içini boşaltan kent insanı, “var olmayı düşünme” sınırının çok uzağında yaşadığı için İstanbul'un da kıymetini bilememektedir. Karakoç, 7 bölümden oluşan “Ayinler” adlı uzun şiirinde sözünü ettiğimiz “algı biçimi” üzerine imajinatif değeri yüksek söyleyişlerde bulunur. “Nerede Kent'i ve ölüleri havaya dağıtan İsrafil sûrları, güller?” diyerek başlayan bu şiirin aşağıya alıntılayacağımız 2. bölümünün giriş kısmı bu “algı biçimi”nin çerçevesini net bir şekilde ortaya koymaktadır: [21]

Toprağı fazla terk ediyoruz artık
Trenlerle otobüslerle otomobillerle
Yerden ayağını kesmiş uçaklar ve helikopterlerle
Özüne aykırı devinmelerle
İyice yorgun yeryüzü
Dinlenmesiz
Kışsız ve baharsız
Yazsız ve sonbaharsız
Tekdüze cehennemler ve yapay cennetler titreyişinde [26]

Modern ulaşım araçlarıyla toprağı/aslını fazla terk eden insan, aynı zamanda “öz”ünü de terk ediyor ve insanî olandan ayrılarak sıradanlığın hareket alanına kayıyor demektir. Bu hareket alanında ise her biri, insan için ayrı derinlikte yenilenme fırsatı olan mevsimlerin bile farkına varılamamaktadır. Tekniğin, kent'e ait günübirlik kazanımların ve sahicilikten uzak hayatların yabancılaşarak yaşadıkları bu ‘tekdüze cehennem' ya da ‘yapay cennetler', Karakoç'un dünyasında olumlu hiçbir anlam alanı bulamaz. “Denizin Kentini Yaktım” adlı şiirinde şair, sözünü ettiğimiz terk edilmişliği yaşayan İstanbul'un son yüzyıldaki durumu karşısında bu şehirden kurtulmak ister ve İstanbul'un ‘kendi sesine' dönmesi için şöyle yakarır: [21]

Denizin kentini yaktım
Vızıldayıp duran kafamın ortasında
Denizin kentini yaktım
Hurma şırıltılarıyla
Denizin kentini yaktım
Beni çocukluğumdan koparan
Denizin kentini yaktım
Bir kent kadın kabuklarından
Denizin kentini yaktım
Miras kalmış bir alevle
Denizin kentini yaktım
Veli ağaçlarla kalbi atan mermerle
Tanrıyı anarak kalbi atan
Cami sütunları boğdu
Sararmış gözyaşlarıyla
Kararmış denizin kentini
İstanbul ey sevgili şehir
Dön dön karadan gelen sesime
Son veren zaman yatırında
Denizden getirilen biçimine [27]

Denizle özdeşleştirdiği İstanbul'u Karakoç'un bu şiirde ‘çocukluğu' ile bir arada anıyor olması dikkat çekicidir. Çocukluk ve gençlik yıllarını İstanbul'un dışında geçirmiş olan şair, bu şehri çocukluk anılarına ev sahipliği yapmış bir mekân olarak değil “çocukluğun” metaforik anlamda karşılık geldiği anlam değerleriyle ele alır. Dolayısıyla İstanbul, Sezai Karakoç için “ilk karşılaşma” demektir. “Masumiyet” demektir. “Sahicilik” demektir. Bu masumiyeti tahrip eden; sahiciliği bozarak sanal olana dönüştüren kent'e ait her türlü baskı alanı karşısında şair, “fark etme” bilincini elde tutarak direnç gösterir.

Sezai Karakoç'un okuruyla arasında bilinç düzeyinde gerçekleşen ve dikkat çekmeye çalıştığımız şiirlerinden başlayarak tüm şiir evrenine yayılan bir alışveriş söz konusudur. Şairin ruhundan bilincine yansıyan hakikatler muhatabının da bilincinden ruhuna ulaşıp yeni anlam alanlarına yönelerek zenginleşmekte ve böylelikle şiirin anlamı sürekli çoğalabilmektedir. Fakat bu alışverişin tam anlamıyla gerçekleşmesi için şairin bilincini diri tutmak adına ruhuna yöneldiği kadar okurun da algı düzeyini kent'in “çer-çöp”ünden temizlemesi; ruhuyla ilgilenerek varoluşuyla yüzleşebilecek bir bilinç düzeyine ulaşması gerekmektedir.

Diğer taraftan ‘yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar'ın sadece “Masal”larda kalma tehlikesi her zaman yanı başımızdadır.[21]

Eserleri
Şiir
Hızırla Kırk Saat (ŞİİRLER I)
Taha'nın Kitabı / Gül Muştusu (ŞİİRLER II)
Körfez / Şahdamar / Sesler (ŞİİRLER III)
Zamana Adanmış Sözler (ŞİİRLER IV)
Ayinler (ŞİİRLER V)
Leylâ ile Mecnûn (ŞİİRLER VI)
Ateş Dansı (ŞİİRLER VII)
Alınyazısı Saati (ŞİİRLER VIII) [28]
Monna Rosa (Şiirler IX)
Monna Rosa (Ölüm ve Çerçeveler) (ŞİİRLER X)
Monna Rosa (Pişmanlık ve Çileler) (ŞİİRLER XI)
Ve Monna Rosa (ŞİİRLER XII)
Karayılan (ŞİİRLER XIII)
GÜN DOĞMADAN (Şiirlerin Toplu Basımı) [3]
Hikaye
Meydan Ortaya Çıktığında (HİKAYELER I)
Portreler (HİKAYELER II) [28]
Piyes
PİYESLER I [28]
Armağan [3]
Çeviri Şiir
Batı Şiirlerinden
İslam'ın Şiir Anıtlarından [28]
İslam Anlatması [3]
Düşünce
Ruhun Dirilişi
İslam
Çağ ve İlham I, II, III, IV
İnsanlığın Dirilişi
Yitik Cennet
Kıyamet Aşısı
Gündönümü
Diriliş Muştusu
Düşünceler I, II
İslam'ın Dirilişi
Dirilişin Çevresinde
İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü
Makamda
Diriliş Neslinin Amentüsü
Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, II, III [28]
Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I, II
Unutuş ve Hatırlayış
Varolma Savaşı
Çağdaş Batı Düşüncesinden
Çıkış Yolu I, II, III [3]
Deneme
Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir (EDEBİYAT YAZILARI I)
Dişimizin Zarı (EDEBİYAT YAZILARI II) [28]
Eğik Ehramlar (EDEBİYAT YAZILARI III) [3]
İnceleme
Yunus Emre
Mehmet Akif [28]
Mevlana [3]
Günlük Yazılar
Farklar
Sütun
Sûr
Gün Saati [28]
Gür [23]
Röportaj
Tarihin Yol Ağzında [3]
Sezai Karakoç'la İlgili Makale, Tez ve Yayınlar
Yard. Doç. Dr. Baki Asiltürk, “Sezai Karakoç'un Şiirlerine Anlatım Özellikleri Çerçevesinde Bir Bakış”, Ludingirra, sayı: 9, Bahar 1999.
Bahtiyar Aslan, Sezai Karakoç'un Şiirlerinde Kadın ve Aşk Olgusu, Muğla Ü. SBE, 1997.
Şakir Diclehan, "Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç", Piran y. 1980.
Ebubekir Eroğlu, "Sezai Karakoç'un Şiiri", Bürde y. 1981.
Turan Karataş, "Doğunun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç", Kaknüs y.1988.
Dr. Muhittin Bilge, "Medeniyet ve Diriliş", Hece y. 2004.
İlhan Genç, "Leyla ile Mecnun'un İki Şairi: Fuzuli ve Sezai Karakoç", Şule y. 2005.
Sezai Karakoç'la Kırk Saat, (Sempozyum Bildirileri Kitabı, Kahramanmaraş Belediyesi yayını, 2006)
Ali Haydar Haksal, "Eleğimsağmalarda Gökanıtı", İnsan y. 2007.
Yedi İklim (özel sayı), “Üstad Sezai Karakoç'a” başlığıyla, sayı 44-45, 1993.
Kitap Dergisi (özel sayı), “Özel Sayı- Kendisi Olabilen ve Kendisi Kalabilen Bir Düşünür Şair: Sezai Karakoç” başlığıyla, sayı 93, 1998.
Ludingirra (özel sayı), “Dosya: Sezai Karakoç” başlığıyla, sayı 9, 1999.
Biat (özel sayı), “Diriliş neslinden Sezai Karakoç'a armağan” başlığıyla, sayı 6, 2000.
Yedi İklim (özel sayı), “Sezai Karakoç” başlığıyla, sayı 126, Eylül 2000.
Hece (özel sayı), “Bir Uygarlık Tasarımı Olarak Diriliş” başlığıyla, sayı 73, Ocak 2003.
Yedi İklim (özel sayı), Nisan 2007 sayısı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Sezai Karakoç (Doğunun Yedinci Oğlu)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sezai Karakoç'un hayatı
» Bahaettin Karakoç'un hayatı
» Abdurrahim Karakoç'un hayatı
» Ölümün Oglu
» Temel'in Oğlu

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Edebiyat-
Buraya geçin: