Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Nâbî

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Nâbî Empty
MesajKonu: Nâbî   Nâbî Icon_minitimeSalı Tem. 27, 2010 9:30 am

Nâbî
Hazırlayan: Akhenaton
Nâbî, 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı dîvan şâirlerindendir.[1] 17. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş şairlerin en ünlüsüdür. Ününü edebiyatımızda "Nâbî Ekolü" olarak da bilinen hikemî şiir akımının kurucusu ve en güçlü temsilcisi olmasından alır.[2]

Hayatı
Doğumu ve Gençliği
Nâbî, 1642'de [1] eski adı Ruha olan [3] Urfa'da doğdu.[1] Babası, Seyyid Mustafa'dır. Seyyid Muhammed Bakır'ın torunudur. Erkek kardeşleri, Hacı Mahmûd Ağa, Hacı Mehmed ve Seyyid Ahmed'dir. Kız kardeşlerinden birisi, Hacı Hemşire diye bilinmektedir.[4][3]

Nâbî'nin asıl adı Yûsuf'tur.[1] Şâir, bir beyitinde Yusuf adını şöyle zikretmektedir:

«Kemînen Yûsuf-ı Nâbî'yi ahbâb ü ekârible
Şefâ'at yâ Habîba'llah, şefâ'at yâ Resûla'llah.» [3]

Şâirin çocukluğu ve gençliği hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.[3] Urfa'nın tanınmış ailelerinden Hacı Gaffarzâdeler [1][3] isimli bir ulemâ âilesinden olup iyi bir tahsil gördü. Arabîyi ve Fârisîyi bu dilde şiir yazacak kadar iyi öğrendi.[1][5] Bu yıllara ait, Nâbî ile ilgili şöyle bir kıısa anlatılır;

Nâbî, Yâkûb Halîfe isimli bir Kâdirî şeyhine talebe oldu. Şeyh Yâkûb Halîfe, talebesi Yûsuf Nâbî'yi, ilk önceleri bir kuzusuna bakmakla vazifelendirdi. Kısa bir süre sonra çobanlıktan usanan Nâbî, kendi kendine nefs muhâsebesi yaptığı sırada; "Ben bu yola Hakk'ı bulmak ve Hakk'ı bulmamda rehber olması için hocama baş vurdum. Hocam benden safını bulamadı da, ders vereceği ve zikr yaptıracağı yerde, bana hep kuzusunu otlattırıyor. Bu iş ne zamâna kadar sürecek?" diye düşündü. Bu düşüncesi, hocasına Allahü teâlânın izniyle mâlûm oldu. Hocası derhal Nâbî'yi yanına çağırdı. Feyz saçan gözlerini öğrencisinin gözlerine dikerek; "Senin bir talebe gibi eğitilmeye ihtiyâcın yok. Sen, ilimden nasîbini doğuştan almışsın. Çobanlık yaptırarak, seni denemek istedim. Seni ilmin deryâsı olan İstanbul'a göndermek istiyorum. Gitmek ister misin?" dedi. Hiç beklemediği durum karşısında şaşıran Nâbî; "İlmi fazlası ile öğrenmiş yılların talebeleri dururken, benim gibi üç günlük bir talebenin yüzmeyi bilmeden ilim deryâsına dalması nasıl olur?" deyince, Yâkûb Halîfe; "Sâdece şöyle olur." diyerek ilim nûru gözlerini Nâbî'nin gözlerine birleştirdi. Nâbî o anda ilmin birçok mertebelerini aşarak kemâle erdi [6]

Nâbî, Urfa'da arzuhalcilik yaparken, vâlinin tavsiyesiyle, 24 ya da 25 yaşında İstanbul'a gitti.[1][5]

İstanbul Yılları
Nâbî'nin İstanbul'a gelişi sırasında IV. Mehmed başa geçmişti. Bir çok özelliğiyle dikkati çeken Nâbî, Muhasip Mustafa Paşa'ya intisap etti [3] ve onun dîvân kâtibi oldu. Bu sıralarda, şâir Nailî ile görüşmek sûretiyle şiir kâbiliyetini geliştirebilmek fırsatını buldu. Arapçada “yok” mânâsına gelen “nâ” ve “bî” eklerini birleştirerek “Nâbî”yi kendine mahlas yaptı.

Dîvân kâtipliği esnâsında IV. Mehmed Hân'ın da iltifat ve ikramlarına kavuşan Nâbî, pâdişâh ile berâber Lehistan (Polonya) Seferi'ne iştirak etti ve Kamaniçe Kalesinin fethi üzerine târih düşürerek yazdığı “Düşdi Kamençe kısmına nûr-ı Muhammedî” şiiri, kale kapısına işlettirildi. Giderek devlet ricâli ve aydınlar arasında hoş-sohbet, tatlı ve tesirli söz söyleyen, geniş kültürlü birisi olarak tanındı.[1]

Hac Ziyareti
Nâbî, 1677'de hacca gitmek istediği zaman pâdişâh, kendisine Mısır vâlisine hitâben yazılmış olan şu fermânı verdi;

“Refah üzre haccettirmek; murâd-ı hümâyunumdur. Nâbî Efendi'nin, hayırlı haccından teşekküre değen gayretlerinizin bulunmasını isterim.” [1]

Bu fermân, Nâbî'nin gittiği her yerde rahat ettirilmesi ve o yerlerdeki yöneticilerin kendisine kolaylık göstermesi emrini ihtivâ etmekteydi.[7][3]

Hac Dönüşü
Hac dönüşü Mustafa Paşa'ya kethüda olan Nâbî [3], "Tuhfet-ül-Haremeyn" (Hicaz Hediyesi) isimli eserini yazarak IV. Mehmed Hân'a takdîm etti.[1] Bir süre sonra "Azliye Kasidesi"nde de belirttiği gibi, kendi isteğiyle bu görevden ayrıldı. Fakat Nâbî, Muhasip Mustafa Paşa'ya o derece bağlıydı ki, Paşa'nın "Kapudân-ı Deryâlık" vazifesiyle saraydan uzaklaştırılmasında ve Mora'ya gönderilmesinde hep onunla birlikte oldu. Şâir, bu bağlılığın sebebini şöyle açıklamaktadır:

«Muhâsib Mustafa Pâşâ'nun olsun devleti efzûn
Ne gördükse anun lütfıyla gördük dâr-ı dünyâda.» [3]

Halep Yılları
Musahib Mustafa Efendi'nin Mora'ya kaptan-ı deryâlık vazifesiyle gönderilmesi üzerine Nâbî de onunla gitti. Çok sevdiği Mustafa Paşa'nın [1] Boğazhisar Muhafızlığı görevinde iken [3] vefâtı üzerine Halep'e yerleşti ve orada evlendi.[1] Ebulhayr Mehmed ve Mehmed Emin adında iki oğlu dünyaya geldi.[3]

Halep, Nâbî'nin hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü Halep'te geçirdiği 25-30 senelik geçirdiği süre içinde, dünya görüşünü yansıtan düşüncelerin önemli yer tuttuğu edebî kişiliğini burada kazanmıştır.[2] Nâbî, Halep'teyken; pâdişâhlar değiştikçe cülûs yazıp gönderirdi. 6 pâdişâhın saltanatını gördü. Pâdişâhların hepsi de şiirlerini beğenip ikrâmlarda bulundular. 25 yıl kaldığı Halep'te fevkalâde güzel gazellerin yer aldığı "Türkçe Dîvân"ını ve mesnevi türündeki "Hayriyye" ile "Hayrabâd"ı yazdı. Şiirleri çok sağlam olup, atasözü ve vecize hükmüne geçmiş birçok mısraları vardır. Daha çok öğretici mahiyette, didaktik şiirler yazdı. İstanbul Türkçesini çok iyi kullandı. "Hayriyye", 1857'de Fransızca'ya tercüme edilerek Paris'te yayınlandı. Bu meşhur eserinde, tecrübeleri ve İslâm'ın esaslarından başlayarak, ilim edinme yollarını, sanat ve kültür merkezi İstanbul'un güzelliklerini, sosyal ve ferdi akıcı bir üslûpla dile getirmektedir. Ahlâkî meseleleri de çok güzel ve etraflıca anlatan "Hayriyye", uzun zaman okullarda ders kitabı olarak okutuldu.[1]

İstanbul'a Dönüşü
Çorlulu Ali Paşa'nın sadrazamlığa gelişi sırasında Nâbî'nin devlet tarafından bağlanan aylığı kesildi ve evi, elinden alındı. Bir müddet sıkıntıda kalan Nâbî'nin imdâdına Halep Beylerbeyili'ğine tayin edilen Baltacı Mehmed Paşa yetişti.[3] Baltacı Mehmed Paşa'nın tekrar sadrâzamlığa tâyini üzerine, Nâbî de onunla birlikte İstanbul'a geldi. Nâbî bu defâ da Darphâne Emîni, [1] Başmukabelecilik ve Mukabele-i Süvâri Mansıplığı [3] vazifelerinde bulundu. Kendisine zamanın edebiyatçıları tarafından “Şeyh-üş-Şuarâ” ünvânı verildi. Sonra, birçok edebiyatçı üzerinde müessir oldu. Edebiyatımızda “hikemî şiir” ekolünün temsilcisidir. Bunu, Koca Râgıp Paşa başta olmak üzere, diğer şâirler devam ettirmiştir.[1]

Vefatı
Nâbî, İstanbul'a geldikten iki sene sonra [1] 3 Rebiulevvel 1124 (12 Nisan 1712)'de [3] vefât etti. Kabri Karacaahmed Mezarlığı'nda Miskinler Tekkesi'ne giden yolun sol kenarında olup, II. Mahmûd Han ve İkinci Abdülhamîd Han tarafından tâmir ettirildi.[1]

Edebî Kişiliği
Nâbî, döneminin geçerli bilgilerini, Farsça ve Arapça ile birlikte bu dillerin edebiyatlarını da çok iyi bilen bir sanatçıdır. Alim olan yanı, özellikle mensûr eserlerinde kendisini sık sık ortaya koyar. Eserlerinin hemen hepsinde derin bilgisinin izleri görülür. Alim yanına rağmen; söz oyunlarından uzak, açık, kesin, yapmacıksız üsluptan ve sâde bir dilden yanadır.[2] "Tuhfetü'l-Haremeyn" gibi bâzı eserlerinde ağır ve anlaşılması güç bir dil kullanmasına rağmen, şiir dilinin açık ve anlaşılır olmasını ister. Hatta bu hususta;

“Ey şiir meydanında satan lafz-ı garîbi,
Dîvân-ı gazel nüsha-i kamus değildir?”

demekten kendini alamaz.[1] Ancak Nâbî, kısmen aldığı eğitimin, kısmen de gelenekten kopamamasının sonucu, eserlerinde kola, anlaşılır bir dil kullanamamıştır.[2]

Nâbî, "hikemî tarz" adı verilen anlayışın temsilcisi olarak kabul edilir. Bu konuda Prof. Dr. Mine Mengi, şunları söylemektedir:

Nâbî'nin ekol sahibi oluşu, onun düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren sanat anlayışıyla yakından ilgilidir. İnsan, hayat ve toplumla ilgili görüşlerini, çağının sükûn ve huzurdan yoksun insanına doğru yolu göstermeyi amaç edinmiş düşüncelerini şiirinde vermeye çalışmıştır.[8][9]

Kaynakların görüş birliğinde olduğu nokta, Nâbî'nin Dîvân şiirine yeni bir anlayış, yeni bir ifâde tarzı getirmiş olduğudur. Nâbî, hikemî şiir ekolünün edebiyatımızda kurucusu olduğu kadar, en usta şairidir de. Nâbî'nin hikemî şiir yolunu seçmesinin iki temel nedeni, hikemî şiirin, şâirin yaratılışına uygun düşmesi ve sanatçının İmparatorluğun gerileme döneminde çökmeye yüz tuttuğu bunalımlı günlerde yaşamış olmasıdır.

Düşünce ve bilgi ağırlıklı olan hikemî şiir, Nâbî'ye göre didaktik amaçlıdır. O, şiirin işlevini kişisel ve toplumsal aksaklıkları okuyucuya göstererek okuyucuyu uyarmak, doğru yola yöneltmek olarak görür. Bu amaçla da çağının bozuk düzenini şiirlerinde ustalıkla yansıtır ve yerer.[2]

Nâbî, şiirlerinde iyiyi ve doğruyu vermeyi hedef almıştır. O, bir düşünce ve hikmet şâiridir. Şahsî duyguları, gönül arzularını aşmış, hakîkî bir Müslüman'ın hayâtını hem yaşamış, hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Fâni dünyânın ahvâline aldanmamak, kimseye haksızlık, zulmetmemek, hep müşfik, merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Dili sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel tarzında vermekle berâber, rubâî, kıt'a, kasîde, mesnevî de yazmıştır.[1]

Nâbî, "Türkçe Divanı"nın sebeb-i telif bölümünde, şiirlerinin özelliklerini ve şiir hakkındaki düşüncelerini anlatır. Buna göre, şâirin bazı şiirleri, "tamamlanmamış" bir özelliktedir:

«Gerçi eş'âr-ı heves-kârî-i eyyâm-ı sabâ
Haylî var ma'nâsı, nâ-sencîde lafzı nâ-tamam.»

Bu durum, şâirin şiirleri üzerinde daha sonra da çalıştığını gösterir. O, bu durumu "tertîb-i âsâr-ı İlâhî"de görülen kanuna benzetmektedir.[9]

Genellikle, insanların hayattan beklentilerinin gerçekleşmemesi durumunda hissettikleri bir psikolojik hâldir. Klâsik Türk şiirinde, daha çok sevgilinin olumsuz tavrı karşısında, âşığın içinde bulunduğu hâli ifade eder. Bazen de, kaderi temsil ettiğine inanılan insanlara yaptığı olumsuzluklar karşısında, insanların olumsuz hâllerini anlatmakta kullanılır. Nâbî;

«Şeb-i yeldâyı müneccime muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat»

beytinde, zamanın insan psikolojisi ve algılanma biçimine göre izâfî olabileceği düşüncesi çerçevesinde, bir “acı çekme” hissi anlatılmıştır. Bu dünyadaki her şeye karşı bir doymuşluk hissetme anlamına gelen “istiğna”yı da Nâbî aşağıdaki iki beytinde, hüzün ve sevinç gerilimi etrafında şu şekilde ifâde eder:

«Bâğ-ı dehrin hem bahârın hem hazânın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz»

«Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz»

Nâbî, kıskançlığı, sevgilinin eğlence meclisinde başkalarıyla eğlenmesi olayı etrafında, şöyle işler:

«Gece kimlerle şarâb içdiğin ol mest-i gurûr
Evvel inkâr eder ammâ sonu ikrâra çıkar» [10]

Nâbî, lirik şiirler de yazmış ve bu tarzda da başarılı olmuştur. Ancak dindâr kişiliğinden, geniş bilgi, tecrübe ve seziş gücünden kaynaklanan olgunlukla o, insan ve toplum hakkındaki görüşlerini, düşünce yanı ağır basan hikemî şiir atmosferi içinde büyük bir ustalıkla vermiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onun, edebiyatımızda şiirle düşünceyi birleştirerek açtığı hikemî şiir yolu, yenilik sayılmış ve bu yolda kendisini izleyen başka sanatçılar yetişmiştir.[2]

Eserleri
A. Manzum Eserleri
Manzûm ve mensûr eserleri bulunan Nâbî'nin manzum eserleri şunlardır: "Türkçe Divân", "Farsça Divançe", "Hayriyye", "Hayrabâd", "Terceme-i Hadis-i Erbaîn", "Surname".

Nâbî'nin edebî kişiliğini ortaya koyan ve ona ün kazandıran en önemli eserleri, bu manzum eserlerdir. Manzum eserlerinden de onun görüşlerini yansıtan ünlü eserleri, "Türkçe Divan"ıyla "Hayriyye"dir. Şimdi kısaca yukarıda adlarını saydığımız eserleri tanıtalım:

A. 1. Türkçe Divan
Değişik nazım şekilleriyle yazılmış manzumelerin yer aldığı Divan içerisinde gazellerin bulunduğu bölüm, gerek sayı ve gerekse düşünce yapısı bakımından eserin en önemli bölümüdür. Ayrıca Kıt'a, rubai ve müfredlerin sıralandığı mukattaat bölümü de şairin hikmet anlayışını yansıtması ve yaşadığı dönem hakkında tanıtıcı bilgiler vermesi bakımından çnemlidir. Elifba düzenine göre sıralanmış gazellerin harf değişimlerinde araya bir rubai konmuş olması, Nâbî'nin "Türkçe Divan"ının başlıca özelliğidir. Divan'ın ilki Bulak'ta (1257/1841), ikincisi İstanbul'da (1292/1875) yapılmış iki baskısı vardır. Ayrıca Divan üzerinde bir doktora çalışması yapılmıştır. (Bknz. Ali Fuad Bilkan, "Nâbî Divanı, Karşılaştırmalı Metin", (bas. dok. tezi) Gazi Üniversitesi, Ankara 1993) [2]

A. 2. Hayriyye
Nâbî'nin oğlu Ebulhayr Mehmed için Halep'te yazdığı bu esere "Hayrinâme" de denilir. Ebulhayr'ın mutlu bir insan ve toplum içerisinde iyi bir birey olması için nasıl davranması gerektiğini anlatan pendname türünde didaktik bir mesnevidir. Nâbî, "Hayriyye"de oğlunun şahsında değişik alanlardaki görüşlerini yansıtması bakımından olduğu kadar, dönemin tarihi ve toplumsal yapısını da daha çok hicvederek tanıtan bilgiler vermesi açısından da önemlidir. Bu özelliği ile "Hayriyye", sosyal hiciv olarak edebiyatımızın başarılı örneklerindendir. "Hayriyye"nin "Türkçe Divan" içerisinde ve "Divan"dan ayrı olarak (İstanbul 1307 / 1889) yapılmış baskıları bulunmaktadır. Fransa'da Fransızca çevirisiyle birlikte yayınlanmıştır. (Paved de Courteille, Conseils de Nabi Efendi, Paris 1857) [2]

1701'de tamamlanan ve takrîben 2000 beyitlik bu mesnevî, oğlu Ebu'l-Hayr Mehmed Çelebi'ye ve onun şahsında gençliğe ithâfen yazılmış inanç, ahlâk ve meslek seçimi yönünden öğütleri ihtivâ eden pendname nevinden bir eserdir. Bu manzumade bilhassa ilim tahsili üzerinde durulmuştur:

«Sa'y kıl ilm-i şerîfe seb u rûz
Kalma hayvan-sıfat ol ilm-âmûz.

İlmin et cümlesini istihsâl
Cümlesin velî etme isti'mal.»

Bu ilimler arasında en başta tıp tavsiye edilir. Nâbî, gençlere tarih, hikaye ve kıssalar, Mesnevî, Fütuhatü'l-Mekkiyye, Füsuhu'l Hikem gibi eserleri okumasını öğütler.[11]

Nâbî, bu eserinde oğlu Ebülhayr Mehmed'e, zâhirî ve bâtınî ilimleri birlikte ve bir denge içinde öğrenmeyi tavsiye eder. Felsefe'yi, "vahy"den bağımsız hareket ettiği için tehlikeli bulur. Gerçekliğin sırları için veli yazarların eserlerini önerir. Bunların içinde, özellikle Mevlânâ'nın "Mesnevî"sini ve Muhyiddîn-i Arabî'nin "Fütûhât-ı Mekkiyye" ve "Füsûsu'l-Hikem" isimli eserlerini vurgular. Medrese çevresi "şeriat"ı, Tekke çevresi ise "hakikat"ı ön planda tutarken Nâbî, biri diğeri için fedâ edilemeyecek bu iki öğeyi, yani zâhir ve bâtını birleştirerek gerçekçi bir senteze varır.[12]

Nâbî'nin diğer manzum eserlerinden "Farsça Divançe", "Terceme-i Hadis-i Erbain", "Hayrabad" ve "Surname", şairin ikinci sırada yer alan eserleridir. "Farsça Divançe"de Farsça gazeller, ve onları izleyen tahmisler bulunmadır. "Terceme-i Hadis-i Erbain", Molla Cami'nin "Kırk Hadis tercümesi"nin Türkçe manzum çevirisidir. "Hayrabad", aşıkâne konulu bir mesnevi olup Feridüddin Attar'ın "İlahiname"sinden esinlenerek yazılmıştır. "Surname", IV. Mehmed'in şehzadelerinin sünnet düğünü için yazılmış bir mesnevidir. Dönemin tarihi, kültürel ve sosyal yaoısını tanıtıcı bilgiler veren eser, edebiyatımızda surname türü eserlerin önde gelenlerindendir. "Surname", basılmıştır. (Agah Sırrı Levend, "Nâbî'nin Surnamesi", İstanbul 1944) [2]

B. Mensur Eserleri
Nâbî'nin mensur eserleri ise "Fetihname-i Kamaniçe", "Tuhfetü'l Harameyn", "Zeyl-i Siyer-i Veysî" ve "Münşeat"tan ibarettir. "Fetihname-i Kamaniçe"de Nâbî, IV. Mehmed'in Lehistan Seferi ile ilgili izlenimlerini ve Kamaniçe Kalesi'nin alınışını anlatır. Gazavatnâme türü eserlerden olan "Fetihname-i Kamaniçe", 1865 yılında İstanbul'da basılmıştır. "Tuhfetü'l Harameyn", Nâbî'nin hac ziyareti sırasında edindiği izlenimleri anlattığı eseridir. Dili ağır olan bu eser de eski harflerle yayınlanmıştır. "Zeyl-i Siyer-i Veysî"i 17. yüzyıl nâsirlerinden Veysî'nin Hz. Muhammed'in doğumundan Bedir Savaşı'na kadar geçen dönemde olayları anlattığı siyerine, Mekke'nin alınışına kadar geçen dönemdeki olayların Nâbî tarafından eklenmesiyle meydana gelmiş bir eserdir. "Münşeat" ise, özel ve resmî mektupların içinde toplandığı mensur bir eserdir.[2]

Şiirlerinden Örnekler
Gazel
Vezin: Mef'ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün.

«Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık
Bir Vasl içün ağyâra müdârâdan usandık»

Anlamı: Bir saadet, bir yüksek mevkî için feleğe yalvarmaktan ve bir sevgili için, başkalarının rakiplerin yüzüne gülmekten ve onlara minnet etmekten usandık!)

«Hicrân çekerek vezk-i mülâkâtı unuttuk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık.»

Anlamı: Ayrılık çeke çeke sevgili ile buluşup görüşmenin zevkini unuttuk. Sarhoşluk mahmurluğunun baş ağrılarını çeke çeke de şarâbın tadından usandık.

«Düştük kati çoktan heves-i devlete ammâ
Ol dâiye-i dağdağa-fermâdan usandık.»

Anlamı: Saadet ve itibar hevesine düşmemiz, çok eskidendi. O huzursuzluk veren arzudan, o dâvâdan da usandık.

«Dil gamla dâhî dest ü girîbandan usanmaz
Bir yâr içün ağyâr ile gavgâdan usandık.»

Anlamı: Gönül, gâmla didişip uğraşmaktan bile usanmaz; ama, bir sevgili için şununla-bununla çekişmekten usandık.

«Nâbî ile ol âfetin ahvâlini naklet
Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ'dan usandık.»

Anlamı: Bize Nâbî'nin o âfetle olan mâcerâsını anlat. Leylâ ile Mecnûn masalından bıktık artık!

Anlamı Bilinmeyen Kelimeler
Zevk-i mülâkât: Kavuşup görüşme zevki.
Lezzet-i sahbâ: Şarabın tadı.
Kati: Pek çoktan, pek çok zamandan beri, çok eskiden.
Heves-i devlet: Devlet hevesi, saadet ve itibâr arzusu.
Dâiye: İnsanı içinden bir şeye teşvîk eden hâl, arzu, hırs, dâvâ, iddiâ.
Dağdağa-fermâ: Gürültü buyuran, patırtı uyandıran.
Dâiye-i dağdağa-fermâ: Gürültü ve patırtı uyandıran ve insana huzursuzluk veren hırs ve arzu.
Dest-ü giribân olmak: Çalyaka olmak, didişmek, uğraşmak.
Gavgâ: Türkçe'de kullanılan "kavga" kelimesinin Farsça'da kullanılan şekli.
Nakletmek: Anlatmak, hikaye etmek, taşımak, götürmek.
Efsâne-i Mecnûn ve efsâne-i Leylâ: Leylâ ile Mecnûn efsanesi.[13]

Gazel
«Nâz ile gonce, kim gâhî leb-i hâmûş açar.
Râh-ı gûşa çeşme-i şîrîn-güdâz-ı nûş açar.

Vakt-i tağat yek-diğerle sulh olur pest ü bülend
Mevc- hatt-ı cebheye nakş-ı haşîr âğûş açar.

Satr emvâcımdan muzmer mağnî-i hubbu'l-vatan
Ol sebebden makdem-i seyl-âba deryâ gûş açar.

Aklı evvel olduğından ba'is-i hîç-i vücûd
Müşkilât-ı âlemi miftâh-ı dest-i hûş açar.

Bü'l-hevesden gâh ider vaz-ı pesendîde zuhûr
Geh düşer divâne kısmı bir zebân-pâpûş açar.

Bazı bî-huşân (eksik ve okunamayan satırlar)
Açsa da bâb-ı ümîdi (eksik ve okunamayan satırlar) hem-dûş açar.

Gülşen-i imkânda yokdur Nâbiyâ ihsân-ı sırf
Hâr-ı gamla gonce-i ikbâli dûş-â-dûş açar.»[14]

Beyitler
I

Ey meh leyâl-i vesvese-hîz-i firâkda
Sen gelmeyince hâtıra bilsen neler gelür

Anlamı: Ey Ay yüzlü sevgilim. Gönülde türlü vesveseler koparan ayrılık gecelerinde sen, bilsen akl(ım)a neler neler gelir!

II

«Tevbe-i meyde kademimden sorma
Orasın sâkî-i gül-çehrenin ibrâmı bilür.»

Anlamı: Ettiğim şarap tövbesine ne kadar dayanabileceğimi sorma! Orasını gül yüzlü sâkînin (şarap dağıtıcının) zorlaması bilir.

III

«Cemin tamâma erüp devri câm kalmıştır.
O câmdan da bu mecliste nâm kalmıştır.»

Anlamı: Cemin devri tamam olmuş ve ondan hatıra olarak kadeh kalmıştır. O kadehten de bu meclisde kalan ancak bir isimdir.

«Rüsûm-i lütf ü kerem halk içinde mensîdir.
Fakat alup verilir bir selâm kalmıştır.»

Anlamı: Halk arasında iyilik ve ihsan âdetleri, usulleri unutulup gitmiş. Sadece alınıp verilen bir selam kalmıştır.

IV

«Bezm-i safâya sâgar-i sahbâ gelür gider
Gûyâ ki cezr-ü medd ile deryâ gelür gider.»

Anlamı: Zevk ve safâ meclisine şarap kadehinin gelip gitmesi, gerileyip ilerleyerek denizin gelişi-gidişi gibidir.

V

«Dehân-ı gonceden ümmîd-i nîmhande ile
Nesîm-i sub-demin cüst-ü cûların bilirüz»

Anlamı: Goncanın ağzından hafif bir gülümseme, bir tebessüm umarak sabah rüzgârının bir o yana bir bu yana koşup arandığını biliriz.

VI

«Biz, râzıyız derûnumuz olsun harâb-i garp
Ol Nest-i nâza mâye-i zevk ü sürûr ise»

Anlamı: İçimizin gamla harap olması, o naz sarhoşu güzelin eğlencesiyle sevincine vesile olacaksa, biz, buna çoktaaan razıyız.

VII

«Ebnâ-yi dehr her hünere âferin verir
Yârab, bu âferin, ne tükenmez hazînedür»

Anlamı: Zamane adamları, her hünere, aferin (güzel olmuş, tebrikler) der. Yarabbi, bu aferin, ne tükenmez bir hazinedir! [15]

VIII

«Rûy-ı zerdim beste-i leb-bestesin handân eder.
Za'ferân nev'i nebâtın Hâce Masredin'dir.»

Anlamı: Aşk ile sararmış yüzüm, sevgilimin çam fıstığına benzeyen o al dudaklarını açtırır ve onu güldürür. Çünkü zaferan, nebatların Nasreddin Hoca'sıdır. Yani, yüzüm; sararmak cihetiyle zaferâna benziyor. (Divân edebiyatında âşıkların yüzü hep solgun ve sarıdır) Zaferân, nasıl güldürücü ise benim bu sarılığım da sevgilimi güldürücüdür. (Alimlerden Burhân-ı Katı'a göre zaferân otunun bulunduğu yere keder gelmezmiş. Sinirleri tahrip edip ferah verici, güldürücü, hassâyı hâiz olduğunu eski tâbiâdan ve tıp uleması söylerler. Bunun için düğünlerde zerdeyle pilâv vermek, âdettendir.)

IX

«Eşkin ol seng-dil aldıkça bu mihnet-zedenin
Zâhir oldu bana hâsıyyet-i seng-i yedenin»

Anlamı: O taş yürekli, merhametsiz ve kalpsiz güzel, bu mihnet vurgununun gözyaşını aldıkça akınca yada taşının hassâsı bana zâhir oldu. [16]

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Nâbî
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Edebiyat-
Buraya geçin: