Leylâ ile Mecnûn (6. Bölüm)
Nizâmî
Mecnûn, Babasına Cevap Veriyor
Babasının bu tatlı sözlerine Mecnûn, şu cevâbı verdi:
«Ey büyüklük cihânı, ey felekten dâhî yüksek olan, çöllerde konup göçenlerden kalan çadır izlerinin şâhı ve harap evlerin reîsi. Sen, Arap milletinin yüzünde onu süsleyen bir amber, bir ben gibisin. Senin dergâhın, benim secde ettiğim yerdir. Varlığım, senin varlığınla kâimdir.
Allah, sana çok uzun ömür versin. Bu çok değerli nasihatinle bir yanmışın yarasına merhem vurdun. Lâkin, ne yapayım? Ben, yüzü kara, bu diyâra kendi irâdemle düşmedim. Bu perişânlık yolunda kendi ihtiyârımla gezmiyorum.
Ben, demir bir bağ ile bağlıyım. Kader, böyle. Buna karşı tedbîr, para etmez. Bu bağı kendim açamam. Bu yükü ihtiyârımla (kendi seçimimle) kaldırıp atamam.
Bu azâba düşmüş, yalnız ben değilim. Benim gibi yüzlercesi vardır.
Gölge, arzûsuyla kuyuya düşmedi. Âh da ihtiyârıyla gökyüzüne çıkmadı. Filin azâmetli vücûdundan tut da karınca kanadına kadar hiçbir şey bulamazsın ki kudretin altında ezilmiş olmasın.
Benim ıstırâbımı eksiltmek isteyen, muhakkak kendisi ıstırâba düşer. Benim kötü alınyazım, beni arayıp buluyor. Kim kara alınyazısını silip yıkayabilir? Eğer yükselmek, elimizde olsaydı; ben ya Güneş ya da Ay olurdum.
Mâdem ki iş, bizim irâdemizle olup bitmiyor; işlerimizi düzeltmek, bizim işimiz değildir. Diyelim ki ben, mihnet içinde yaşıyorum. Dünyada hakîkaten bahtiyâr kim vardır? Ben, şimşek gibiyim. Gülersem, muhakkak yanarım. Onun için gülmüyorum.
Bana "Niye gülmüyorsun?" diyorlar. Dertliliğin nişânı, ağlamaktır. Korkuyorum, neşeden gülersem içimin yanışı kaçıp gider...»
Bir Hikâye
Mecnûn, sözlerine şöyle devâm etti:
«Bir keklik, ağzına karınca almış, zayıf hayvana eziyet ediyordu. Karınca, kahkahâlarla gülmeye başladı ve; "Ey keklik. Sen, kahkahâ ile gülmeyi bilmezsin." dedi. Keklik, güle güle bayıldı ve; "Bu, benim işimdir. Senin işin değildir." dedi. Fakat gülmek için ağzını açar açmaz; karınca, o kıskaçtan kurtulmuştu.
Böyle gülen insanda merhamet ve vakâr kalmaz. Yerinde olmayan gülüş, ağlamaya bedeldir. Mâdem ki ben, azap ve mihnet için yaratılmışım, nasıl rahat isteyebilirim Yük taşıyan ihtiyar eşek, ömrü oldukça çalışacaktır. Ancak öldüğü zaman rahat eder.
Aşkta kılıçtan korkulmaz. Fakat âşıkların başına kılıç vurmuyorlar. Onlardan kılıcı esirgiyorlar. Aşık, canının yağma edileceğinden korkmaz. Cânânı isteyen, cihândan korkmaz. Benim ay gibi güzel sevgilim, bulutla örtüldükten sonra; bana yaşamak, harâmdır. Başıma bir kılıcın inmesini istiyorum. Fakat hani o kılıç? Sevgiliden esirgenen baş, kılıçlara gelecek baştır.
Bu ateş içinde yanan canımdan ben memnunum. Böyle heder olmuş bir canım var. Bırak, bu canımdan ne istersin?»
Babası, Mecnûn'un bu sözlerine gözyaşlarıyla mukâbele etti. Bir köşede babası ağlıyor, bir köşede oğlu harâp, çıplak ve perişân... Nihâyet onu yine iknâ ederek eve götürdü. Dostlarıyla gezip eğlenmesi için ne lâzımsa yapıyor, onu çok hoş tutuyordu.
Mecnûn, bir müddet sabretti. Fakat nasıl sabrettiğini sadece Allah ile kendisi biliyordu. Birkaç gün bu işkence içinde yaşadı. Kimi görse ağlıyordu. Nihâyet tahammülü tükendi. Âh-u feryâd ederek çöllere kaçtı. Istırâb içinde ömür sürüyordu. Bîtaptı.
Bu, yaşamak değil; ölümdü. Bâzen "Necît" dağına giderdi. Orada biraz gönlü ferâhlardı. Mecnûn, "Necît" dağında sarhoş bir arslan gibi dolaşırdı. Sanki o ayaklar, demirdendi ve elleri, taştandı. (Ayağında ıstırâb zinciri, elinde göğsüne bastırdığı taş,) bâzen coşar, gazeller okurdu.
Birçok yerlerden insanlar gelir, dağın etrafına birikir, onu seyrederlerdi. Ondan işittikleri her güzel sözü ezberlerler veya yazarlardı. O güzel gazeller, tegânnîler, her tarafa hediye olarak yayılır, âşıklar için rûhânî bir servet olurdu.[1]