Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi Empty
MesajKonu: Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi   Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi Icon_minitimeSalı Tem. 27, 2010 9:11 am

Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi
Gülçin Şenel
Kroyçer Sonat, hacminin küçüklüğüne nazaran mühim bir roman bizce. Çünkü yine bizce, mühim bir hususiyeti var onun: Yalansız-dolansız, Hıristiyan ahlâkının kuralları ile yaşanan hayatın tezadı arasında kıvranan insanın, “idealim” dediği ahlâkla, yaşadığı hayat arasındaki kopukluktan ve hepten alâkasızlıktan kaynaklanan ıstırabını dile getirmesi. Tolstoy, Batı hayatı ve ahlâkı üzerine “gerçekçi” bir tenkitle yaklaşıyor ve bu ahlaka rağmen bu hayatın her türlü “ikiyüzlülüğü”nü ifşa ediyor. Kadın ve erkeğin onca süslü-püslü aşk, evlilik, aile gibi tantanasının altındaki “hayvanî” yüzünü görüyor. Maskeyi çıkarıyor, cilayı kazıyor ve manzara hayvanlar âlemine dönüyor. Stefan Zweig'in tabiri ile "gözünü uçurumun derinliklerine diken adam"ın “gerçekçi” bakışı altında batı hayatının pestili çıkıyor; evlilik düzmeceye, annelik masala, aile sahte bir mukaddesata, kadın bir şehvet aracına dönüyor. Bu öyle bir ifşaat ki, tantanalı cümleler, derin tahlillere gerek kalmadan, herkesin kendi kendine konuştuğu kısık ses, mikrofona bağlanıyor o kadar. Ses hakikaten kulak tırmalıyor, can sıkıyor, rahatsızlık veriyor. Öyle ki, Fransız edebiyatçılarından Romain Rolland, "Kroyçer Sonat" üzerine şöyle bir tespitte bulunmaktan kendini alamıyor: “...yaralı bir hayvan gibi toplumun üzerine salınan, çektiklerinin öcünü alan vahşi bir eser.” Aslında, eseri bitirdikten sonra Tolstoy'un yaşadığı da bir tür şaşkınlıktır: “Bu eseri yazarken, sıkı bir mantığın beni bu geldiğim noktaya getireceğini hiç mi hiç bilmiyordum. Kendi sonuçlarım beni dehşete düşürdü ilkin, bunlara inanmak istemiyordum, ama elimde değildi. Benimsemek zorunda kaldım.” 100 küsur sayfada insanı dehşete düşürecek ne bulursunuz? Şunu: Hıristiyan ahlâkı önünde, evlilik ve aile müessesesinin meşruluğunun-gayr-i meşruluğunun hesaba çekilmesi, annelik, eşlik ve sevgililik rolleri içindeki kadının, erkek tarafından belirlenen mevkiinin tenkidi; tüm bunların temelinde yatan “şehvet” ve onun “günah” vasfı içinde ele alınması ile topyekûn bir aile müessesesinin “yalancı” maskesinin düşürülmesi... Bu ne mânâya mı geliyor? Hıristiyan ahlâkının vazettiği “aile anlayışının” ve buna rağmen yaşanan hayatın harikulâde bir tenkidi... Tolstoy romanında insanın şehvet hissini ve bu hissin menfî neticelerini işleyerek, Hıristiyan ahlâkının “sâfiyet ideali”ni destekliyor. Aslında inceden bir Hıristiyan ahlâkına başkaldırıyı da sezebiliyoruz bu romanda. Öyle ya, insanı bir şehvet duygusu ile yaratan Yaratıcı, onun bu ıstırapla bir ömür mücadele etmesini ve acı çekmesini neden istemektedir? Romanın bir yerinde bu sual dile gelse de, cevabı verilemiyor. Hıristiyan ahlakının dayanak noktaları kısaca şöyledir:

"Esasen Hıristiyanlık, lanetlediği cinselliği insanlığa verilmiş bir ceza olarak görüyordu. İlk Hıristiyan filozoflardan Augustinus'un, irade dışı oluşu dolayısıyla insanı ister istemez utandırdığını söylediği cinsî arzu, hemen her zaman imânın karşısına konulmuş ve şeytanın kışkırtma araçlarından biri olarak kabul edilmiştir. Augustinus'a göre, Adem peygamber eğer memnu meyveyi yemeseydi, cinsî alâka şehevî duygulara ihtiyaç hissedilmeksizin devam edecekti. Bu bakımdan, Hıristiyanlıkta evlilik bile “aşağı” bir kurum olarak görülür ve kadın “Kutsal Bakire”lik açısından yüceltilir. Bir başka deyişle, Hıristiyanlıkta kadınlığın modeli “Kutsal Bakire Meryem”dir.” [1]

Tolstoy, belki de bütün hemcinslerinin ızdırabını Kroyçer Sonat'ta “korkunç” bir açıklıkla dile getirdiği için şaşırtıyor okuru. Hıristiyan ahlâkı önünde muhasebeye çektiği topyekûn bir cemiyet hayatıdır; kadın-erkek ilişkisinin en mahrem hisleri üzerinde kalemini oynatırken, “şehvet” hissini ve bunun aile hayatındaki “yıkıcı-yokedici-nefret uyandırıcı” tesirini göz önünde tutarak lanetliyor tüm “aşkları, yalancı evlilikleri, çocukları, o mutlu, sıcak yuva hayallerini”… Aslında en yüce ahlâk, en ideal gerçek diye öne sürdüğü ahlâk, onun insanî hislerini canavarlaştırıp, bir düşman olarak tasvir ediyor. Roman kahramanı Pordnişev, herkesin içinden geçirdiği, kendi kendine sormaya çekindiği sualleri, adeta eline bir mikrofon alıp haykırıyor okuyucunun yüzüne:

"Cinsî ihtiraslar, uygarlık maskesiyle örtülmeye çalışılan müthiş bir hastalıktır. Bu ihtirasları frenleyeceğimiz yerde kışkırtmaktayız. İncil'de: “Bir kadına şehvetle bakan bir kimse, kalbinde onunla zina etmiş sayılır” der. Bu sözün hükmü yalnız başka kadınlar için değil, kendi karılarımız için de geçerlidir.” [2]

Roman kahramanı, geçmişinde türlü ilişkiler yaşamış, sefih bir hayatın her türlüsüne girip çıkmış, sonra da “emniyet subabı”nı kapatarak evlenmeye karar vermiştir. Evleneceği kızın temiz bir aile kızı olmasını istemiş, böyle bir kız bulunca da hemen aşık oluvermiştir. Ancak evliliğin ilk günlerinden itibaren kavgalar başlamış; cinsî hislerini tatmin ettikten hemen sonra patlak veren bu kavgalar, her ilişkilerinden sonra daha da şiddetlenerek artmıştır. Bu kavgalara başta bir anlam veremeyen Pordnişev, zamanla bunun her cinsî tatminden sonra patlak vermesinden yola çıkarak, şehveti, birbirlerine nefret duymalarına sebep olarak görmüştür. Yeni tanıştığı genç ve yakışıklı bir müzisyeni evine davet etmesi ve karısı ile bu müzisyen arasında gelişen “aşk”ı fark etmesi ile birlikte, kendini yiyip bitirdiği bir gün, uzun yolculuğundan dönerek evde ikisini basmış ve karısını öldürerek adalete teslim olmuştur. Pordnişev'in aile hayatı işte böyle ikiyüzlüce başlayıp, cinayetle son bulmuştur. Pornişev'in “affedin beni!” nidası ile biten romanda, kısaca ailevî ilişkilerin tabiatı ve ahlâkiliği sorgulanmış, kadın ve erkeğin birbirlerine duydukları şehvet hissinin ailenin “mukaddesatına” uygun düşmediği neticesine varılarak, “sadece çocuk için cinsi ilişki nerde, her daim doyurulmak için bekleyen şehvet nerde” suali ile yüzleşilmiştir.

Burada şehvetin sadece kirli yüzü görünüyor, zina ve fuhuş ile geçmişi kirlenmiş her erkeğin, evlenerek, kirli geçmişini “temiz bir kadın”la örtmeye çalışması lanetleniyor. “Uygarlık maskesinin” cinsî ihtirasları nasıl “her yol mübah” seviyesine getirdiğini; kadınlı-erkekli baloların, eğlencelerin, türlü toplantıların, iki cinsin nasıl birbirine peşkeş çekilmek için alet edildiğini gören bu keskin gözler; aşktan yola çıkarak başlayan, evlilikle sonuçlanan bütün ilişkileri, işte şehvetin kirli yüzü olan zina ve fuhşa bağlıyor. Müthiş bir umutsuzluk ve çaresizlikle, “kendi karısına” bile şehvetle bakan bir adamı günahkârlıkla suçluyor. Ona göre şehvet tabiatı itibari ile insanın hayvani yüzü ve tatmin olmayan, hep isteyen, daima isteyen, doyumsuz bir his. Bunun için her erkek, aile içi ilişkilerinde bile bir zina yükü taşıyor omuzlarında…

Bir parantez açarak, Batılı gözünde, “Arap erotik edebiyatının en önemli eserlerinden biri” olarak değerlendirilen “Bahname-Itırlı Bahçe” vesileyle Müslümanların cinsi hayatları-şehvet anlayışlarının, kitabı tercüme eden Alan Hull Walton'da nasıl hayranlık uyandırdığını takip edelim –ki bu kitap ilk olarak 1886 yılında Fransa'da kaçak olarak tercüme edilmiş ve basılmıştır-:

"Çok iyi bilindiği gibi, Aziz Paulus, şehvetle yanıp kıvranmak yerine evlenmenin “daha iyi” olacağını söylemiştir. Bu, onun insanın temelinde olduğuna inandığı günahkârlığa kerhen verdiği bir ödünden başka bir şey değildir. Çünkü, evlilikte bile cinsel ilişki mümkün olduğunca az olmalı ve bu da ancak bir çocuk dünyaya getirme amacıyla yapılmalıdır. Yaklaşım budur. (…) Ellis şöyle der: “Batı, uygarlığımıza, garip ahlaki güçleri ve yaşamımızın her yönüne işlemiş ve kökleşmiş ikiyüzlülükleri, acımasızlığı ve sahtekârlığı getirmiştir.” (…) Müslümanlar cinsi ilişkinin İlahî bir eylem olduğunu kabul ederler. Bu nedenlerle, Müslümanlığın, bekarlığı bizdeki gibi ideal bir konum değil, bir talihsizlik saydığı söylenmiştir. (…) Aşkın batılılarca büyük çapta ihmal edilmiş bu çok önemli –eylemsel- yönünü, Doğululardan daha iyi öğreten hiçbir kaynak yoktur Batıda. Ve Nefzavi, Arap erotik edebiyatındaki en güzel örnektir buna. Bahname, ana amacının yanında, Arap halk kültürünün kısa da olsa bir özetidir. Bu eser çapkınlığa, zamparalığa, ayartıcılığa bir rehber değildir. Nefzavi'nin yaklaşımı da bu değildir. Okurlar kitabı irdeledikçe, bunun doğruluğu açıkça ortaya çıkacaktır. (…) Çok açık olmasına karşın, batılıların bir türlü anlamak istemedikleri bir gerçek de, Doğuluların cinselliğe bizim kadar çekingen yaklaşmadıklarıdır. Üstelik doğulular, bizden çok daha dindardır. Onlar aşk ve cinsî etkinliği, sadece hayatın tabiî, sağlıklı ve gerekli bir eylemi olarak düşünmezler, bunu bir sanat olarak kabul ederler. (…) İslâm dininde cinsellik tabiîdir, yasaksızdır (evlilikte). Çok eşlilik de belli bir ölçüde insan tabiatına uygun olduğu nedeniyle kabul görür. Cinsi öğretiler ise, insanları mutlu bir evliliğe ve sağlıklı aile ilişkilerine götüren etkin bir öğedir. (…) Fazilet (!) fanatikleri ne derlerse desin, Bahname, hem kendi değerini hem de bu değerleri koruyacaktır. Bu eserin, Arapların şehvet düşkünlüğüne bir araç olmaktan öteye gitmediğini sananlar, yanlış değerlendirmelerin en büyüğünü yapmış olacaklar. Bu eserde cinsellik bir çok yönüyle ve oldukça açık bir biçimde ele alınmış olsa bile, günümüzün bazı romanlarında görülen edep dışı kelimeler kullanma yozluğundan ve çiğliğinden kesinlikle kaçınılmıştır. Kitabı okudukça, Müslümanların, o mukaddes kozmik güce duydukları tabiî ve derin saygıyı anlayabilirsiniz. Ve bu güç, gökteki ve yerdeki her şeye, her zaman hakim olan o sınırsız ilahî güçtür.” [3]

Batılıların hayranlıkla bahsettikleri ve gıpta ile baktıkları, Müslümanların şehvet anlayışı, cinsi hislere yaklaşımı, dünden bugüne elbette çok değişti; bütün dünya üzerinde hakimiyet kuran Batının yoz kültürü ve hayatı tüm dünyaya bir salgın gibi yayılırken, bizde de olanlar oldu. Hayat ve ahlâk arasındaki ahengi yitirdik ilkin, sonra aile müessesemizi tahrip ettik, erkeklerimizi fikirden yana, kadınlarımızı hayattan yana hadım ettik. Adeta bir Katolik ahlakı ile kadınlarımızı yetiştirdik, onları kadınlıklarından nefret eder hale getirdik; erkekleri ise “ahlâk-dışı bir tabiîlikle-hayvanlıkla” yaftaladığımız hislerle baş başa bıraktık. Onların bu hislerini tatmin etme çabalarını-zinayı hoş gördük, “erkek oldu evladım” şeklinde bir ahlaksızlıkla pohpohladık. Genelevler zinayı meşrulaştırdı. Şimdi de birbirinden bu kadar kopmuş ve birbirlerine karşı cazibelerini yitirmeye başlamış olan iki cins arası ilişkinin yeniden nasıl hayat ve ahlâk arası bir ahenge bürünebileceğinin yollarını aramaya başladık. İşin traji-komik tarafı, aşkı cinsellikten, cinselliği aşktan ayırırken, hayatı dinden-ahlâktan ayırmak gibi bir abese düşerek, kadını ve erkeği de birbirinden böylece hem ruhen, hem bedenen kopardığımızın farkına varamadık. “Notaları insan bir beste” olan aile müessesemizden yükselen o musikiyi yeniden terennüm edebilmek için ne yapmalı? Bu kakafoniyi nasıl senfoni yapmalı?

Kroyçer Sonat, her ne kadar Hıristiyan ahlâkı önünde cemiyet hayatının tenkidi olsa da, dinin-ahlâkın ölçülerinin hiçe sayıldığı her toplumda (bizim toplumumuzda da) ortaya çıkan manzaranın, bu roman tecrübesiyle çizilen manzarayla hemen hemen aynı olduğunu gördük. Tolstoy'un bu “gerçekçi” yaklaşımı, bir türlü ağzı açılmamış, bu yüzden de türlü ıstıraplara sebep olmuş hislerin ifade edilmesi hususunda bize yol gösterdi. İşte bu gözle aşk:

"-Evet biliyorum. Siz (aşkın) nasıl olması gerektiğinden bahsediyorsunuz. Ben ise gerçeği, var olanı söylemek istiyorum. Sizin aşk dediğiniz ihtirası bütün erkekler, her güzel kadına karşı duyar. Fakat kendi karısı için pek duymaz.

-Evet ama siz hep maddi aşktan bahsediyorsunuz. Düşüncelerin birleştiği ruh yakınlığının söz konusu olduğu karşılıklı bir sevgi olamaz mı diyorsunuz?

-Ortak düşünceler… Ruh yakınlığı… Böyle olmasını isterdim. Peki ama o zaman –kabalığımı hoş görün- neden yatıyorlar öyleyse? Yoksa insanlar düşüncelerinin ortaklığından mı yatarlar dersiniz?” [4]

Çağımızın hepimize bulaşan bir hastalığı olan “aşk”, herkes için, her mizaç için farklı mânâlara gelse de, tabiatı icabı, her şeyden önce karşı cinse duyduğumuz “cinsi” sevginin adı olsa gerek. Şehvet duygusu burada, ruhî olarak sevme ihtiyacımıza, kendi varlığımızı bir başkasının varlığı ile bütünleştirme çabamıza, bedenimizin bir sözcüsü olarak eşlik ediyor. Aşk ve şehvet çeşitli kılıklara girerek iki insanın birbirine tutkuyla bağlanmasına sebep oluyor. Birdenbire alevlenen ve muhatabını dünyadaki tek gerçek haline getiren bu his, sonsuza kadar böyle sürecekmiş gibi insanı etkisi altına alıyor. Kısa bir süre sonra, bilhassa evlenildikten sonra, yavaş yavaş etkisini kaybediyor. Her şeyin üstüne çıkarılan sevgili, evlendikten kısa bir süre sonra birden farklı görünmeye başlıyor. Evlilikle birlikte, dünyada başka hiç kimse ile olamayacak kadar yakınlaşan iki sevgili, birden kendi tabiî alışkanlıkları, türlü huyları, davranış biçimleri v.s ile, aşık olma durumunda görülmeyen özelliklerini göstermeye başlıyor. Sevgili gökten yere iniyor. Evlilikle birlikte bedenen ve ruhen daha da yakınlaşmış olması gereken iki insan, birdenbire iki yabancı kadar uzaklaşmaya başlıyor birbirlerinden. “Beş Sevgi Dili” isimli kitabın yazarı psikolog Gary Chapman, bu hususta yabana atılmayacak şeyler söylüyor:

"Aşık olma yaşantımız bir kez tabiî akışını tamamladı mı (unutmayın, aşık olma süreci, ortalama iki yıl sürer), dünyanın gerçeklerine döner ve kendimizi öne sürmeye başlarız. Erkek, arzularını ifade edecek, fakat bu arzular, kadınınkinden farklı olacaktır. Erkek seks arzular, fakat kadın yorgundur. Erkek yeni bir araba almak ister, fakat kadın “çok saçma!” der. Kadın annesini ve babasını ziyaret etmek ister, fakat erkek “senin ailenle çok fazla zaman harcamak istemiyorum” der. Erkek beysbol turnuvasında oynamak ister ve kadın “Beysbolu benden çok seviyorsun” der. Ufak, ufak, aradaki teklifsizlik illüzyonu kaybolur ve ferdî arzular, duygular, düşünceler ve davranış kalıpları öne çıkmak için çabalarlar. Onlar iki bireydir. Zihinleri kaynaşmamıştır ve duyguları, aşk okyanusunda kısa bir süre için birbirine katılmıştır. Şimdi gerçeklik dalgaları onları ayırmaya başlar. Aşk biter. Bu noktada ya onlar kendilerini geri çeker, ayrılır, boşanır ya da aşık olma tutkusunun canlılığı olmaksızın birbirlerini sevmek için zor bir çabaya girişirler. (…) Aşık olma durumunda her ne yaparsak yapalım, pek az disiplin veya tarafımızdan bilinçli bir çaba gerektirir. (…) Aşık olan kişi diğer kişinin gelişimine yardımcı olmakla gerçekten ilgili değildir. “Aşık olduğumuzda aklımızda herhangi bir amaç varsa, o da kendi yalnızlığımıza son vermek ve belki bu sonucu evlilikle garantilemektir.” (…) Eğer aşık olmak gerçek sevgi değilse nedir? Dr. Peck, onun çiftleşme davranışının “genetik olarak belirlenmiş, içgüdüsel bir öğesi olduğu sonucuna varır. Başka bir deyişle, aşık olmayı oluşturan, ego sınırlarının geçici yıkılışı, türlerin devamını sağlamak üzere cinsî çiftleşme ve ilişki ihtimalini artırmaya hizmet eden, iç cinsi dürtüler ile dış cinsî uyarıcıların bir konfigürasyonuna insanın kalıpsal yanıtıdır.” [6]

Schopenhauer de benzer bir düşünceyle, insanların birbirlerine duydukları aşkı, insanın tabiatında ve insiyaklarında buluyor ve bu bakışla da harika bir tespitte bulunuyor:

"Her aşıkane temayül, -ne kadar rakik, ne kadar şairane ve ruhani gözükürse gözüksün- hakikatte bütün köklerini erkeğin ve dişinin insiyakından almıştır. Bu hakikat böylece tespit edilip ortaya konulduktan sonra aşkın bütün dereceleri ve bütün şekilleri ile, oynadığı mühim rol göz önüne getirilir ve beşeriyetin en genç kısmının kuvvetini mütemadiyen işgal ettiği, her cehd ve gayretin hemen son gayesi olduğu; en ehemmiyetli işler üzerinde bozucu bir tesiri olduğu; en ciddi meşguliyetleri her saat durdurduğu; bazen en büyük zekaları bile allak-bullak ettiği; tatlı mektuplarını ve küçük saç kümelerini nazırların cüzdanları ve feylesofların yazı kağıtları arasına sokmaya muvaffak olduğu, namusluyu namussuz, sadıkı hain yaptığı, hülasa her şeyi altüst etmeye, her şeyi bozuk karıştırmaya ve yıkmaya çalışan şerir bir ifrite benzediği düşünülürse, insanın şöyle bağıracağı gelir: Neden bu kadar gürültü? Hakikatte mevzu bahis olan şey basit bir şey değil midir? Ahmetin Fatmasını istemesi değil midir? (…) Fakat ciddi mütefekkir için hakikat düşüncesi yavaş yavaş şu cevabı ifşa eder: Mevzubahis olan şey aslâ mânâsız ve ehemmiyetsiz bir şey değildir. Bilakis, işin ehemmiyeti onu takipte gösterilen şiddet ve ciddiyete müsavidir. Her aşk hareketinin son ve kat'i gayesi, hakikatte insan hayatının muhtelif gayeleri içinde en ciddisi ve ehemmiyetlisidir ve herkesin onu takipte gösterdiği derin ciddiyete değer. Çünkü mevzubahis olan “gelecek neslin terkip ve teşkili” meselesidir. (…) Yaşayanlar için olduğu gibi bu gelecek mahlukların da var olabilmelerinin mutlak ve yegane şartı umumiyetle aşk insiyakıdır. (…) Aşkın muhtelif şekil ve mahiyette olması her ferdin seciye ve mizacına göre değişmesinden ve ferdin bu husustaki derece ve seviye farkından ileri gelmektedir.(…) Mevzubahis olan şey, diğer beşerî ihtiraslarda olduğu gibi ferdî bir felaket veya menfaat değil, fakat müstakbel beşeriyetin varlığı ve teşekkülüdür. Bu işte ferdin iradesi, Nevin yahut tabiatın iradesine tahavvül etmektedir. Ferd yaprak ise Nevi ağaçtır ve Nevin ferd üzerindeki hâkimiyeti ağacın yaprak üzerindeki hakimiyeti gibidir. (…) Vaktaki cinsi insiyak ferdin şuurunda müphem ve umumi bir şekilde daha henüz vazıh bir karar ve istikamet almaksızın her ne şekilde ve her ne pahasına olursa olsun kendini göstermek yani bir vücut şeklinde tezahür etmek isteyen yaşamak iradesidir.”

Şimdiye kadar yazdıklarımızda ortaya çıkan aşk-şehvet birlikteliğini bilmem fark ettiniz mi? Gerek psikolog Gary Chapman'ın tespit ettiği, gerek filozofun altını çizdiği hususu; aşkın bizi diğer cinse çekerek, neslin devamı gayesine yönlendiren tabiî-cinsî bir his olduğunu. Aşkın, kadın ve erkeği kendi dar kalıplarından kurtararak, başkası ile birleşmeye bütünleşmeye, kendi varlığını başkasının varlığında teyide ve gerçekleştirmeye, karşılıklı “ruhî” hürriyetin tanınmasına, kendi dışına çıkarak bütünleşmeye, tamlığa sevk eden ruhî yolculuğu, fizikî hayatta da ayniyle cereyan ediyor; fizikî vücutlar da birleşerek, kendi varlıklarını aşan daha geniş bir bütünlüğe ulaşmaya çalışıyor; kendilerinin dışına çıkarak başka bir varlıkta mânâlarını-insanlıklarını-varlıklarını yaşatıyorlar. Kadın ve erkeğin birbirlerine olan meyillerinin bu garip macerası aşk-şehvet birlikteliğinin o birbirine geçmiş yollarında, bir yönüyle kendi varlıklarını aşarak ruhî tamlığı ve bütünlüğü ararken, diğer yönüyle bedenî olarak kendi fizikî varlıklarını-mânâlarını kaskatı bir vakıa olarak “çocuk”ta yaşatıyorlar. Bütün yollar Roma'ya çıkar hesabı, bütün aşk hikayelerinin gerçek ve hakiki, elle tutulur, gözle görülür mânâsı işte buraya çıkıyor. Yoksa Tolstoy'un sorduğunu biz de sormak durumunda kalırız: “Niçin yatıyorlar öyleyse?” “Ruh fiziğin hakimidir”; işte bu yüzden aşık olduğumuzda, ruhî bir bütünleşme arzusu duyduğumuz gibi, fizikî birleşme arzusu da duyarız; bu bir ânlık kıvılcımla da, hayatın hamlesi, bizim fiziki varlığımızı aşan daha büyük bir gayeyi gerçekleştirir. Kadın ve erkeğin bu harikulade birlikteliğini, şehvetin bu harikulade gayesini, “aşk için aşk” şeklinde bir romantizme feda etmek oldukça gariptir.

Kadın ve erkeğin birbirlerinin tabiatlarını tanımak istemeyişleri, fizikî ve ruhî ihtiyaçlarını görmezden gelmeleri, aile ilişkilerinde yaşanan tatsız-tuzsuz bir hayatı “mecburen” çekmeleri, böyle bakınca hiç de tabiî gelmiyor. Birbirinin fıtrî hususiyetlerini, fizikî ihtiyaçlarını bile tanımaktan kaçan çiftlerin “ruhî birlikten” bahis açamayacakları da açıktır halbuki… Meselâ, kadın ve erkeğin cinsî hisleri hem psikolojik, hem de fizyolojik olarak birbirlerinden farklıdır. Bir erkeğin vücudu milyonlarca sperm üretir. Bu spermlerin sonsuza kadar birikmesi mümkün değildir. Fizyologlar, erkek vücudunun, ürettiği spermlerden -normalde en az 4 günde bir- kurtulmak için fizikî bir baskı yaptığını, bu baskının cinsî hisleri tahrik ettiğini ve eğer “boşalma” olmazsa, istem dışı bir boşalmanın yaşandığı, bunun da hem fizikî hem de psikolojik zararları olduğunu-olabileceğini söylüyorlar. Bu tıbbî gerçek, kadınların fizyolojisinde tamamen farklıdır. Kadının cinsî olarak tahrik olması, duyguya, hisse daha çok bağlıdır. Fizikî baskı çok daha uzun bir zamana yayılır ki, Allah Resulü'nün, Hz Fatıma'ya bu hususu sorduğunda aldığı cevap, “6 aydır”. Erkeğin duygusuz olduğu mânâsına gelmiyor bu tespit, sadece bir hakikati dile getiriyor; erkeklerin cinsî hisleriyle bu kadar başlarının dertte olmasının fizikî bir dayanak noktasını olduğunu da işaretliyor. Aile içi ilişkilerin en mühim vazifelerinden birinin cinsî ilişkiler çevresinde şekillendiğini kabul etmek gerekiyor. Çünkü, bu açıdan bakıldığında, aile, cinsî ilişkilerin düzene girmesini sağlayan, insan tabiatına uygun yegane müessesedir. Ancak genelde sanki cinsî hisler aile müessesesinin en tabiî aksiyonu değilmiş gibi göz ardı edilmektedir. Düşünsenize, erkeğin, hiç bir tahrikin olmadığı bir durumda bile, en az 4 günde bir yeniden uyanan cinsi arzularının, eğer karşılık bulmazsa, onu, günaha açık bir pozisyona düşürdüğünü... Ruhları imâr etmek ve hürriyetlerine kavuşturmak, her daim fizikî bir ıstırapla yüz yüze kalma ve günaha açık bir pozisyona düşme tehlikesi ile karşı karşıya olan erkek için bir hayâl olmaktan öteye geçmeyecektir. Allah Resulü bir hadis-i şerifinde, mealen, “şehvet hisleri uyanan kişinin aklının yarısı gider” buyurur. Belki de bu sebeplerle, eşi onu yatağa davet ettiği halde karşılık vermekten kaçınan kadın, İslâm ahlâkında hoş görülmüyor. Ve belki de yine bu sebeplerle, evlilik, genç yaştaki bekarlar için teşvik ediliyor. Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü'nde “Üreme ve Türeme” davamızı çerçevelerken, meseleyi keyfiyet ve kemmiyet bakımından mezceder:

"Evet; Olmak, hep olmak ve her sahada olduktan sonra bu oluş etrafında çoğalmak, hep çoğalmak ve nihayet her sahada hâkim mikyasları taşırmak, Müslümanların varlık borcudur.

Üreme ve türemenin iki cenahı vardır; Birincisi içeriden ve iç tedbirlerle çoğalmak, hep çoğaltmak ve nihayet en titiz yetiştiricilik tasarrufunun rejimini yaşamak… İkincisi de, bu çığın kitlesine, ruhî ve kavmî dış benzerlerini cezbetmenin iç ve dış şartlarını tamamlamak... Hem kemmiyet ve hem keyfiyette bir arada telâkki şuuru...

Birinci usul, en şanlı sünnetlerden biri olan izdivaç müessesesini, hemen hemen aksi düşünülemez bir nimet haline getirici bütün yolları plânlaştırmakla yerine gelir. Bu plânda, gençleri en taze yaşta evlenmeye sevk etmekten, verdikleri evlât yemişi nispetinde şereflendirmeye ve refahlandırmaya kadar bütün tedbirler, devlet cemiyet ve aile arasında tam bir işbirliği ifadesiyle perçinleşmiştir.

(…)

Elbette ki, bu seviye ve mükellefiyete ulaşabilmenin ilk şartı, insan gücünü evvelden kıymetlendirmiş, verimli kılmış olmak... Yoksa netice, iyi yerine kötüyü çoğaltmak olur.”

Tolstoy'dan devam edelim:

"Yalnız biz erkeklerin bilemediğimiz, daha doğrusu bilmek istemediğimiz fakat kadınlarınsa çok iyi bildikleri bir nokta var: Bizim en şairane aşk dediğimiz şeyin, ahlâkçı niteliklere değil de maddi yakınlığa, saç tuvaletiyle, giyinişine, boyanışına bağlı olduğunu pek bilmeyiz. (…) İşte bu yüzden bütün bu jarseler, dar ipekli elbiseler, çıplak omuzlar, kollar, yarı çıplak göğüslerdir önemli olan. Özellikle erkekleri iyi bilen kadınlar, bir erkeğin kendisinden istediği tek şeyin onun vücudu olduğunu bilir; her şeyin bu vücudu ortaya koymaya, onu aldatıcı, çekici bir ışıkta, cazibeli göstermeye yaradığını anlar ve böyle bir davranış tutturur. Geleneksel önyargılarımızı bırakıp, yüksek tabaka arasındaki bu durumu gerçek yönüyle görür ve rezalet alışkanlığımızdan sıyrılıp onların utanmazlığına şöyle bir bakmaya çalışsak, kocaman bir genelevden başka ne görürüz!” [7]

"Kızlar evlenme çağına geldiler mi, anne babaları onları evlendirirdi. Dünyanın her tarafında bu böyledir: Çinlilerde, Kızılderililerde, Hindistan'da, Müslümanlarda, bizim köylerimizde, insanların yüzde doksan dokuzunda böyleydi. Yalnız bizim gibi zevk düşkünlerinden oluşan çok az bir topluluk, bu yöntemi beğenmedi; ortaya yeni buluşlar çıktı. Bu nasıl bir şey olmalıydı? Kızlar panayırda satılığa çıkarılır gibi teşhir edilir, erkekler de mal seçer gibi seçme yapıp aralarından bir kaçını beğenirlerdi. Kızlar, talihin kendilerine gülmesini beklerken içlerinden: “Ne olur beni al, onu alma” diye geçirirlerdi. Ama bunu söylemeye cesaret edemezlerdi.” [8]

"İşte onların bütün güçlerinin sırrı burada. Kadınlar, kendilerini öyle güzel bir silah haline getirmişler ki, değil bir genç, bir ihtiyar bile onların yanında soğukkanlılığını koruyamaz. Erkekler, bir kadına, amaçsız, temiz düşüncelerle yaklaşamaz oldu. Kadına sokulur sokulmaz, sersemletici bir etkiye kapılıp şaşkına dönüyorlar. Bayram eğlencelerine ya da gece eğlencelerimize, balolarımıza bir bakın. Kadının keyfi hep yerindedir, hep gurur dolu ve alaycı bir gülümseme vardır dudaklarında. Ben de eskiden baloya gitmek üzere süslenmiş bir kadın görünce heyecanlanır, tedirgin olurdum. Şimdi neredeyse, korku duyuyorum; insanlar için bir tehlike, yasaya aykırı bir durum görüyorum. Polis çağırtıp beni onlardan korumasını, bu felaketten kurtarmasını isteyeceğim neredeyse. İnsanı baştan çıkaran bu tehlikeli varlığın ortadan kaldırılmasını bir yere kapatılmasını isteyeceğim. (…) Gün gelecek, belki de umduğumdan daha da önce insanlar bunu anlayacaklar eminim. Kadınların şehvet uyandıran kıyafetlere bürünerek erkekleri baştan çıkarmalarına insanların rahat ve huzurunu kaçırmalarına nasıl izin verildiğini hayretle karşılayacaklar. Tıpkı bir gezi yerini her çeşit tuzakla, kapanla donatmak gibi bir şey bu. Daha da kötü! Kumar niçin yasak oluyor da, ondan bin kere daha tehlikeli olan bir şeye, kadınların yarı çıplak ortaya çıkmalarına ses çıkarılmıyor?” [9]

Öncelikle kadının fıtrî özelliklerinin, onun bu şekilde bir şehvet aracına kolaylıkla dönüşüvermesinde etkisi olduğunu belirtelim. Öyle ya, batılının bugün sınırsız bir özgürlük verdiği kadın, yıllarca, asırlarca, ezdikleri, hor gördükleri, sırf yaradılış özellikleri yüzünden şeytanla bir tutup lanetledikleri kadınla aynı kadındır. Ancak kadının özgürlüğü ile ne genelevler kapanmış, ne de kadın, fizikî vücudunu sergileyerek kendini erkeklere beğendirme çabasından vazgeçmiştir. Kadın yaradılış itibari ile erkekten farklıdır. Ateş ve su kadar birbirlerine zıttırlar. Kadın aktif değil, pasiftir; etken değil, edilgendir, fail değil münfaildir. Fizikî vücutları ile olduğu kadar, akli melekeleri, düşünme tarzları, ahlakî kaygıları da farklıdır. Alatlı'nın tabiri ile, kadın "biz"i temsil eder, erkek ise "ben"dir. Kadın bu çerçevede, ahlakî olarak da, yaşayış olarak da "biz" tavrını sergileyecektir. Bu yüzden kadın ve erkek arasında ezelî ve ebedî bir çekişme olacaktır. Aynı fikirler ve hayat, bugün ve istikbal, hürriyet ve esaret, madde ve ruh arasındaki çekişme gibi. Ki bu fitrî farkların hayatın devamı için gerekli olduğunu hemen belirtelim. Çünkü hayat da, fikir de, bu zıtlar arası çekişmenin tezahürüdür. Goethe, "Doğarken getirdiğin yasaya uyacaksın!” der. Gerisi kendini tahrip etme noktasına varır çünkü…

Schopenhauer, "Aşkın Metafiziği"nde kadının ve erkeğin fıtrî farklarını Tolstoy kadar "gerçekçi" bir gözle anlatır:

"(Kadınlar) gözlerinin önünde bulunan şeyden mâdâsını görmezler ve zahirî görünüşü hakikat diye kabul ederek ve saçma şeyleri en mühim şeylere tercih ederek yalnız halihazıra ehemmiyet verirler. Erkek halin içinde maziyi ve istikbali düşünür. Mütemadi ihtiyatkarlığı endişe ve korkuları bundandır. Kadının cılız aklı ise ne bu istifadelere, ne de mahzurlara iştirak etmez. O bir bakıma dimağî miyoplukla malüldür ki, bu sayede kendine mahsus bir sezişle yakın şeyleri keskin bir surette görmeye muktedirdir. Lakin ufku mahduddur-sınırlıdır. Bu sebeptendir ki derhal vaki olmayacak şey, mazi ve istikbal, kadın üzerinde erkekten daha hafif bir tesir icra eder. İsrafa olan temayülleri ki, erkekten çok fazladır ve bazen çılgınlık derecesine varır, bundan dolayıdır… Kadınlar erkeklerin para kazanmak ve kendilerinin de onu sarf etmek için yaratıldıklarına kanidirler. (...) Mamafih, kadında bu kadar kusurlu olan cihetler, bir faikiyetle telafi edilmiştir. Zihni daima halihazır ile meşgul ve dolu olan kadın, halihazır ne kadar müsaadesiz olsa da, ondan bizden ziyade istifade etmenin ve zevk çıkarmanın yolunu bilir. Düşünce ve meşakkat altında bitab kalan erkeği fikren dinlendirmeğe ve bazen avutmağa kadını muktedir kılan o daimî, mutad ve kendilerine has neşe işte bundandır.

Vaktiyle Cermenlerin yaptığı gibi müşkül vaziyetlerde kadın meclislerine müracaat etmek usulünü istihfaf etmemelidir. Zira kadınların hadiseleri telakki şekli bizimkinden bambaşkadır. Onlar gayeye en kısa yoldan giderler, çünkü bakışları umumiyetle ellerinin altında denecek kadar yakın şeylere bağlanır. Biz erkeklerin bakışı ise, gözlerimizin önünde bulunan şeyleri aşarak uzakta çok uzakta bulunanları arar. Biz daha basit ve daha seri görmeğe muhtacız. Buna bir de şunu ilave ediniz ki, kadınlar herhalde daha ciddi bir fikre maliktirler ve hadisat içinde ancak gerçek bir surette mevcut olanı görürler. Biz erkekler ise coşkun ihtiraslarımızın tesiri altında eşyayı büyütür ve kendi kendimize boş ve esassız hayaller tersim ederiz. Ayni hilki istidatlar kadınların bedbahtlara karşı gösterdiği merhamet, insaniyet ve yakınlığın sebebini izah eder. (...)

Ferdden ziyade Nevi-tür için yaşarlar ve Nevin menfaatlerini ferdin menfaatlerinden ziyade mühimserler. Bütün hayat ve hareketlerine bir nevi hafiflik ve erkeğin görüşüne aykırı bir görüş veren şey bundan ileri gelir. İzdivaçlarda o kadar çok görülen ve artık normal hale gelmiş imtizaçsızlıkların menşei işte budur." [10]

Kadınların fıtrî olarak tüm mesailerini, çocuğa, anneliğe vermelerinde, bugünün problemleriyle meşgul olmalarında, aile çevresindeki menfaatleri koruyup kollamalarında, erkeklerde rastlanmayacak bir fedakarlık ve fazilet vardır. Kendi ferdî düşüncelerini, tasalarını, kendilerine dair menfaatlerini, her daim, aileleri için feda etmeye hazırdırlar. Ancak çağdaş medeniyet, kadını var oluş sahasından, yani ailesinden koparmakta geç kalmamıştır. Erkeklerle eşit bir fikri-ahlakî kabiliyetleri olmamasına rağmen, onları erkeklerle aynı kulvarda koşabileceklerine inandıranlar, kadınlığın ve kadınsılığın her türlü keyfiyetini lanetleyerek, onu cinsî bir obje-nesne durumuna sokmuştur. Kadına zorla verilen bu hürriyetten erkek de nasibini almıştır. Kadını aslî vazifesi, hakiki kabiliyeti olan “annelik” çevresinde teşekkül edecek bir hürriyeti solumaktan “kurtarmışlardır.” Bilindiği üzere İslâm ahlâkı, kadını “kadın keyfiyetine” uygun davranışına göre değerlendirir. Allah Resulü bir hadisinde, mealen şöyle buyurur: “Bir kadın gözünü haramdan sakınır, namusunu korur, erkeğine itaat ederse, cennete girer.” “Cennet anaların ayakları altındadır” hadis meali de bu hususun altını çizer. Bizim ahlâkımız kadını olanca tabiatı ve safiyeti ile aile müessesesi içinde görmek ister; buna uygun huzuru sağlamakla mükellef olan erkeği, kadına bakmakla, onu geçindirmekle yükümlü tutar. Biz, ne batı medeniyetinin vardığı “teknik küfür”e hayranız, ne de insanı bir makine gibi eğip bükebileceğini zanneden bu zihniyetin, kadını asliyetinden kopararak yabancısı olduğu bir ülkeye zorla sokmasını alkışlarız. Kadın bu erkek dünyasında, dilini bilmediği bir hayatla yüzleşme tecrübesini yaşamıştır. Bu halinden memnun mudur? Hiç şüphesiz değildir. O, fıtratına ters bir tempoyla, asırlardır erkekle arasına girmiş fikri açığı kapatmak için canla başla çalışır ve kendini erkek dünyasına kabul ettirmek için çırpınırken, ayakları altında çiğnediği, kendi var oluş sahasıdır, ailesidir, ezcümle topyekûn kadınlığıdır. Ahmet Haşim, bu hali "erkekleşme” olarak adlandırır ve latife yoluyla, bu abesi şöyle ifadelendirir:

"İntiharlar tekrar çoğaldı. İhtiyarları açlık, gençleri aşk ölüme sevk ediyor. Gençler içinde, kendini öldürenlerin büyük çoğunluğunu erkekler teşkil ediyor. Şu halde: Erkeği, seve seve ölüme yollayacak derecede cinsî bir üstünlük ve kudrete sahip olan kadının erkeğe, yani kendi esirine, eşit olmak ve benzemek için dişini tırnağını takarak yaptığı gayretlerin sebebi delilikten başka ne olabilir?

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi, II
» hayatın anlamı!!!!

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Edebiyat-
Buraya geçin: