Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Gayb'a İman Konusunun Önemi ve İmtihan Sırrı

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Gayb'a İman Konusunun Önemi ve İmtihan Sırrı Empty
MesajKonu: Gayb'a İman Konusunun Önemi ve İmtihan Sırrı   Gayb'a İman Konusunun Önemi ve İmtihan Sırrı Icon_minitimePtsi Tem. 26, 2010 9:34 am

Gayb'a İman Konusunun Önemi ve İmtihan Sırrı
Murat Türker
İman hakikatlerinin aklen ispatı mümkün müdür?
İNSANIN KAVRAYIŞ ALANININ dışında olan her olguyu karşılayan ‘gayb' kavramının gerektiği gibi anlaşılması, bugün yüz yüze olduğumuz bazı fikrî problemlerin aşılmasında anahtar rol oynayacaktır.

Beşerin haddini aştığı, bilimsel gelişmelerin insanı küstahlaştıracak kerteye ulaştığı, ‘bireysellik' adı altında egoların şahlandırıldığı bu enaniyet asrının müminlerinin imtihanları oldukça ağırdır.

Bu çağın Müslüman'ı dirâyetli olmalıdır. Fen ve felsefeyi yedeğine alarak değerlerine savaş açan küfre karşı mücadelesinde, teyakkuzu elden bırakmamalıdır. Hâdisata seyirci kalma anlamında müfrit bir kadercilik de, esbâbı putlaştırma determinizmi de onun düşünce dünyasında kendisine yer bulamamalıdır.

Karşı karşıya kaldığı her durumu, bilimin seküler kriterleriyle açıklama gayretkeşliğine sahip ehl-i dünyanın karşısına, yine benzer argümanlarla çıkıp muhatabı alt etmeye çalışmak doğru bir yöntem midir? Daha ne zamana kadar metodumuzu karşı cepheden devşireceğiz?

Onlar bedenlerini putlaştırdılar. Hümanist söylemlerle insanı âdeta ilahlaştırdılar. Allah'a savaş açtılar. Bilim ve teknolojiyi sapkınlıklarına alet ettiler. Uzayın derinliklerine doğru yol aldılar ve dönüşlerinde, oralarda hâşâ Allah'a rastlamadıklarını söyleyecek kadar alçaldılar.

DNA'nın şifresini çözen de onlar oldu; gen haritamızı çıkaran da… Ay'a ayak bastılar; uzaya turist gönderdiler. Daha uzun yaşamanın yollarını araştırdılar; ölümü öldürecek iksiri elde etmek için didindiler. Tüm bunları yaparken zihinlerinde lâdinî bir anlayış hâkimdi. Özgürlüğe böyle bir anlam yüklüyorlardı çünkü. Yaratıcı'nın bile müdahale edemediği bir sonsuz yaşamdı hayâl ettikleri…

Bu gelişmelere tanık olan Müslüman dünyada ise birbirinden farklı tepkiler zuhûr etti. Kimileri seçici davranmayı akıl ederek, ‘Batı'nın sadece ‘iyi' yanlarını transfer etmekten söz etti; kimileri ise ‘Batı'nın her şeyini kötü olarak kabul edip, tutucu, radikal ve gelişmelere kapalı bir duruşu benimsedi.

Bir başka güruh ise bilimin zaten İslâm'ı teyit ettiğini, Batılılar ne kadar çalışırsa çalışsın dinimizin onlara galebe çalacağını söyleyerek Müslümanları âtıl bir zihnî çerçeveye hapsediverdi. Bunlara göre, dinimizin mucizeleri, onların buluşlarının hakkından gelirdi; telâşa gerek yoktu.

Arıların bal yaptıkları peteklerde Lafz-ı Celâl yazılı olduğuna rastlanılmıştı. Dünyanın bilmem neresinde yeni doğan bir bebek konuşmuş ve kıyameti haber vermişti. Peygamberimiz (a.s.m), “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” demişti ya; birileri cüzzam mikrobunun şeklî olarak aslana benzediğini söyleyerek, güya Efendimiz'in beyanına değer katıyordu. Bir efsane Müslümanlığıdır, almış başını gidiyordu.

Tüm bu zihnî pozisyonların kendine göre doğruları da, yanlışları da vardı elbette. Çoğu iyi niyetle ve hastalığa mualece olacağı ümidiyle ortaya atılmışlardı. Ama ne yazık ki hiçbiri tam anlamıyla çare olmadı.

Bir kere hepsi hareket tarzlarının ana temalarını itiraz ettikleri Batı'dan ödünç almıştı. Batı'nın bilimle dini devre dışı bırakma çabalarına, dini bilimin gölgesinde bırakan ve dine bilimden vize alan bir refleksle cevap vermeye çalışıyorlardı. Bu noktada, bilim dinle aynı kefeye konulmak suretiyle kritik bir hata yapılıyordu. Mezkûr hata üzerine binâ edilen usûller de çözümün değil, sorunun parçası oluyordu.

Tam da burada ‘gayb' kavramının önemi açığa çıkıyordu. Bu kavram, İslâm'ın salık verdiği şekilde anlaşıldığında, ilk olarak din ve bilimin aynı düzlemde ele alınamaz olduğu fark ediliyordu. Din, müntesiplerinden ‘iman' etmelerini bekliyordu ve iman, kişinin duyu organlarıyla algılayabildiği sahanın dışında bir yerlere tekabül etmekteydi.

Biz inandığımız her şeye, ikna olduğumuz için değil; Rabbimiz inanmamızı emrettiği için iman etmiş olmalıydık. İnanç alanına giren her olguyu aklına ve bilime onaylatma gayreti, aklı muhit addederek putlaştırma ve onda zımnen bazı ilâhî vasıflar olduğunu vehmetme anlamına geliyordu. Gözünün, kulağının ve diğer yetilerinin sınırlılığından haberdar olan insanın aklına sınırsızlık izâfe etmesi de bir garabet örneği değil miydi?

İbadetlerin taabbüdîliği de meselenin bir başka boyutuydu. Evet, kulluk taabbüdî olmalıydı; yani emredildiği için yapılmalıydı. Her helâl ve haramda bir hikmet arayan akıl, aradığını bulamadığında emre muhalefet mi edecekti? İçki zararlı olduğu için değil; Allah haram kıldığı için haramdı. Aksi doğru olsaydı, haşerâtın yaşama hakkına bile saygılı olmada titizlenen müminin kurban kesmesi nasıl izah edilirdi?

Evet, bize ‘gayb' olan bir şeyler vardı. Üzerimize düşen iman etmekti. İnanmakla mükellef olduğumuz esasâtı, bilimsel verilerle yüzde yüz ispatlayamazdık. İspatlanabilseydi bu dünya dâr-ı imtihan olmaktan çıkardı. Mucizelerde bile, ‘akla kapı aralanıyor; ihtiyâr elden alınmıyordu.'

Bakara Suresi'nin üçüncü ayetinde Rabbimiz, muttakîlerin evsâfını nazara veriyor ve şöyle buyuruyor: “Onlar gayba inanırlar; namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.” Bu ayeti orijinal bir şekilde tefsir eden Muhammed Esed, gayb ile ilgili şunları dile getiriyor: “Gayb, Kuran'da, insan kavrayış alanlarının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade etmek için kullanılır. Bu nedenle, bilimsel gözlemlerle ispatı veya reddi söz konusu olamaz; hatta genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde kapsanamaz. Ancak asıl hakikatin, gözlemlenebilen çevreden çok daha fazlasını kapsadığına ikna olan bir kişi, Allah'a imana ve böylece hayatın bir anlamı ve gayesi olduğu inancına ulaşabilir. Kendisinin ancak ‘insan idrakini aşan olguların varlığına inananlar için bir rehber' olduğuna işaret etmek suretiyle Kurân, aslında, zihinleri bu temel öncülü kabullenemeyenler için kapısının –zorunlu olarak- kapalı olacağını söylemektedir.”

Lokman Suresi'nin otuz dördüncü ayetinde ise Yüce Allah, ‘mugayyebat-ı hamse' diye kategorize edilen hususları beyan buyurur: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”

Yine Kurân, gaybı mutlak anlamda yalnız Allah'ın bileceğini, ancak dilerse kullarına da gayba dair bilgiler ilham edeceğini ifade eder: “Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.” (Cin Suresi 25-26. ayetler)

Nitekim Efendimiz (a.s.m), kendisine sorduğunda Hz. Abdullah'ın babasının Hüzafe (r.a) olduğunu, Bedir'de müşriklerin ileri gelenlerinin öldürülecekleri yerleri, Hz. Fâtımâ'nın (r.anha) kendisine ailesinden en erken kavuşacak kişi olduğunu ve daha bir çok benzeri hâdiseyi gaybın nazarıyla vukuundan evvel haber vermiştir.

Bunlar göstermektedir ki; Allah'ın izin verdiği ölçüde sâlih kullar sâir insanlara kapalı olan bazı kapıların ardına vâkıf olabilmekte ancak genel anlamda beşerin nüfuz ettiği bilgi çok kısıtlı kalmaktadır. Dolayısıyla hakikatin tüm evrelerini kuşatabilmek âdemoğlu için muhaldir. müminler, ilmi dinin hizmetkârı olarak mütalâa etmeli; dinin, bilim gibi bir payandaya muhtaç olmadığını görmelidirler.

Ayrıca çoğu bilginin insan için gayb olmasının rahmet olduğu unutulmamalıdır. Bu hususu Bediüzzaman Sözler'de şu şekilde ifade ediyor: “ Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan'da, saat-i icâbe-i duâyı Cumâ gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve Kıyâmetin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış. Zîrâ, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvâzenesini muhâfaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktizâ eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

İşte Kıyâmet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan, nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hânesinin ve köyünün bekâsıyla alâkadardır; öyle de, hayat-ı içtimâiye ve nev'iyesiyle küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır.”

Üstat'ın ifadesiyle ‘akılları gözlerine inenler' bugün Kurân tarafından gayb olarak bildirilmiş hususlardan bazılarının gayb olmaktan çıktığını söylemekte; yağmurun ne zaman yağacağının ve çocuğun cinsiyetinin önceden tespit edilebileceğini iddia etmektedirler. Oysaki bu bilmeler, hâdise gayb âleminden şehadet âlemine intikal ettiğinde gerçekleşebilmektedir ve yine tam bilgi sahibi olma söz konusu değildir. Bediüzzaman Lem'alar'da; “Röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmekle âyetin meâl-i gaybîsine münâfi olamaz. Çünkü, âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acip istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesb edeceği vaziyetine medar olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdileri, hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü'l-Guyûba mahsustur. Yüz bin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sima-yı veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden yüz defa daha harika olan, istidadındaki sima-yı mânevîyi keşfedebilsin.” diyerek bu noktaya temas eder.

Bu türlü durumlarla günümüz Müslümanı da yüz yüze gelecektir. Kurânî kavramları aslına sâdık kalarak anlarsak, amelî ve nazarî tüm sorunlarımıza derman bulunacaktır. Yeter ki eziklik psikolojisine, atâlete ve komplekslere dûçar olmayalım.

İmanımıza dupduru bir keyfiyet kazandıralım. Tıpkı Ashab-ı Kirâm gibi... Onların önemli bir kısmı derinlemesine dinî bilgiye sahip değildi belki... Ama inanmaları gereken hakikate kalplerini alabildiğine açmışlardı. Gayb perdesi açılsa yakîni ziyadeleşmeyecek bir imanî seviyeyi kişiye hangi bilimsel ispatla kazandırabilirsiniz?

Veya Ebû Zerr'deki imanın sâfiyetini, hangi aklî delillerin gölgesinde elde edebilirsiniz?

Bir gün, güneşin batma hengâmında Kâbe'nin yanında oturan Ebu Zerr (r.a) ile Allah Resulü (a.s.m) arasında şöyle bir muhavere cereyan eder: Efendimiz sorar; “Ya Ebu Zerr, güneş nereye gitti?”. Ebu Zerr'in cevabı Sahabi edebine yaraşır cinstendir: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Bunun üzerine Efendimiz; “Rabbine secde etmeye gitti.” buyurur.

Şimdi böyle bir samimiyetin bağrında yeşeren imanın duruluğunu çağımıza taşıma zamanıdır. İnsanlığın buna ihtiyacı vardır.

Unutmayalım; imanın mahalli kalptir, akıl değil. Mümine düşen, aklının almadığını bile kalbinde misafir edebilmektir. Gayba hakkıyla iman buna vâbestedir.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Gayb'a İman Konusunun Önemi ve İmtihan Sırrı
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İman-ı Bil Gayb İşaret-ül İcaz
» Gayb'a İman
» İşaretlerin Sırrı
» E8'in Sırrı Çözüldü
» Filyos'un Sırrı Araştırılıyor

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Gayb Alemi-
Buraya geçin: