Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Dreyfus Davası ve Siyasal Sonuçları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Dreyfus Davası ve Siyasal Sonuçları Empty
MesajKonu: Dreyfus Davası ve Siyasal Sonuçları   Dreyfus Davası ve Siyasal Sonuçları Icon_minitimePerş. Tem. 22, 2010 2:41 pm

Adaletin yüksek siyasete kurban edildiği tarihsel olaylar vardır. Dreyfus davası, hiç kuşkusuz bunlardan biridir [1] ve haksızlığıyla tarihe geçmiş bir davadır. Bir Fransız topçu subayı olan Alfred Dreyfus, 1859'da Alsace'deki Mulhouse'de Yahudi bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmişti. 1894'te Fransız ordusunun genelkurmayındaydı. Dreyfus'un el yazısına benzetilen bir belgenin Paris'teki Alman elçiliğinde ele geçirilmesi [2], Alman Askeri Ataşesi Von Schwartzkoppen'e bazı gizli askeri belgeleri gönderdiği gerekçesiyle [1] yurduna ihanet etmekle suçlanmasına yol açtı ve hakkında kanıtların yetersiz olmasına karşın dava açıldı.

Fransa'nın III. Cumhuriyet döneminde basının da körüklediği bir Yahudi düşmanlığı (antisemitism) tırmanmaya başlamıştı.[2] "La Libre Parole" (Özgür Söz) adlı gazete, Dreyfus'un “suçlu” olduğunu kışkırtıcı ve anti-semitist duyguları körükleyici bir şekilde ilan etti. Elde yeterli delil olmamasına karşın kamuoyunun beklentilerini karşılamak üzere Dreyfus'la ilgili adli soruşturma açılmasına karar verildi.

“Paris Birinci Savaş Konseyi” adındaki askeri mahkeme, 1894 yılının Aralık ayında Dreyfus'u yargılamaya başladı. Suçlama için ortada tek delil vardı; o da, Alman Askeri Ataşesi'nin çöp sepetinde bulunan ve Dreyfus'un el yazısına benzeyen bir yazıyla kaleme alındığı ileri sürülen belgeydi. Dreyfus, bu belgedeki yazının kendisine ait olmadığını söyledi, ancak buna kimseyi inandıramadı. Çanlar, Yüzbaşı Dreyfus için çalmaya başlamıştı bile. Fransız adaletinin bu Yahudi'ye haddini bildirmesi için (!) gereken her şey hazırlandı. Savaş Bakanı General Mercier, istihbarat servisinin Dreyfus hakkında hazırladığı “gizli dosya”yı, sanığın ve savunma avukatının haberi olmadan gizlice askeri yargıçlara gönderdi ve yargıçlar da savunma hakkını ve muhakeme usulünü hiçe sayan bu durum karşısında üç maymunu oynadı.

22 Aralık 1894 tarihinde askeri mahkeme, kararını açıkladı. Dreyfus, 7 yargıcın oy birliğiyle ihanet suçundan mahkum edildi. Dreyfus'un rütbesinin geri alınmasına ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasına karar verildi. Temyiz başvurusu da sonuç vermedi.[1] Böylece Dreyfus, askerî sırları Almanya'ya satmaktan ömür boyu hapse mahkum oldu.[2] 5 Ocak 1895'te askeri okulun avlusunda Dreyfus'un rütbesi söküldü. Yüzbaşının suçsuz olduğunu haykıran çığlıkları, Paris semalarında yankılandı.[1] Cezasını çekmek üzere Fransız Guyana'sına, tutukluların sürgün edildiği korkunç bir yer olan Şeytan Adası'na gönderildi.[2]

Yüzbaşı Dreyfus, Şeytan Adası'nda hapis ve sürgün cezasını çekerken, Fransa'da müthiş bir mücadele başladı. Dreyfus'un suçsuz olduğuna inananlarla Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdâhil oldu.[1]

Kendisine içtenlikle bağlı erkek kardeşi Mathieu (Metyu), romancı Émile Zola ve daha sonra I. Dünya Savaşı'nda Fransa başbakanı olan Georges Clemenceau'nun çabalarıyla, Dreyfus, 1899'da yeniden yargılanma hakkını elde etti. Ne var ki, "cezayı hafifleten nedenler"in varlığından söz edilmesine karşın, yine suçlu bulundu.

Bu arada Dreyfus davası, yargılananın suçlu ya da suçsuz olmasının ötesinde geniş boyutlar kazanmıştı. Artık tartışılan, kişisel özgürlüklerin ulusal güvenlik gerekçesiyle konulan önlemlere karşı ne derece korunacağı ve demokratik bir devlette ordu ile dinsel kurumların rolünün ne olması gerektiği gibi konulardı.[2]

Bu arada Esterhazy'in bir takım kanıtlar uydurup söylentiler yayması, Dreyfus'un yazdığı öne sürülen mektubu bulan Binbaşı Hubert Joseph Henry'nin yeni sahte belgeler düzenleyip birtakım belgeleri ise hasır altı etmesi, olayı inanılmaz ölçüde karmaşıklaştırdı. Dreyfus'un, Paris'in Yahudi çevrelerinde etkili olan Dreyfus ailesi , davayı iyice kamuoyunun gözleri önüne sermede zorlanmadı. Esterchazy'i Yüzbaşı Dreyfus'a yüklenen suçların gerçek suçlusu olarak gösterdi. Ama 1898'in ilk günlerinde divan-ı harbe çıkarılan Esterchazy çoktan aklanması düşünülmüştü bile. Üstelik sahte kanıtlar olduğunu öne süren Picquart'ta tutuklanmıştı. Bütün bunlar olunca kızılca kıyametin alametleri de gerçekleşmiş oldu.[3]

Genelkurmay, basınla işbirliği halinde Dreyfus'un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin önünü kesmeye çalıştı. Mahkumiyete dayanak teşkil eden belgedeki (çizelge) el yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler, sürgüne gönderildi ve cezalandırıldı. Nitekim Dreyfus'un mahkum olmasından iki yıl sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğunu belirtti. Picquart, Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus'a sürgüne gönderilmiş olarak buldu.

Bu arada suçlanan Esterhazy de askerî mahkemede beraat etti. Dreyfus savaşı, o kadar kızışmıştı ki, dönemin Savaş Bakanı Cavaignac, aralarında Zola'nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların, devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo düzenlemekten dolayı Yüce Divan'da yargılanmalarını bile talep etti.[4]

Dava sırasında ünlü romancı Émile Zola'nın "İtham ediyorum" başlığı ile yaptığı savunma sonucu, Fransa kamuoyunda büyük tepki meydana gelmiş; halk, sokaklarda yer yer gösterilerde bulunmuştur. Fransa'daki bu "halk galeyanı" ve Zola'nın savunması, diğer bazı ülkelerde de zaman zaman etkili olmuştur.[5]

Zola'nın mektubu yayımlandığında Dreyfus Davası, kamuoyunda büyük bir ilgi uyandırmış ve Fransa'yı iki karşıt kampa bölmüş bulunuyordu. Sorun, Dreyfus'un suçluluğu ya da suçsuzluğu gibi kişisel boyutları çoktan açmıştı. Davanın yeniden görülmesine karşı çıkan milliyetçi ve otoriter Dreyfus karşıtları olayı, ülkenin düşmanlarının orduyu küçük düşürme çabası olarak değerlendiriyor, konuya uluslararası sosyalizm ve Yahudilik karşısında bir ulusal güvenlik sorunu, Fransa ile Almanya arasında bir çıkar çatışması gözüyle bakıyorlardı. Dreyfus'un aklanmasını isteyenler ise onun mahkum edilmesini, kişi özgürlüğü ilkesinin ulusal güvenliğe feda edilmesi, Cumhuriyetçi sivil otoritenin çatışması olarak görüyorlardı. Parlamentoda büyük gürültü kopuyor, Milliyetçilerin baskısıyla hükümet Emile Zola hakkında dava açıyor, taşrada Yahudi düşmanı ayaklanmalar çıkıyordu. Buna karşılık Dreyfus Davası'nın yeniden görülmesini isteyen dilekçe, Anatole France, Marcel Proust ve pek çok başka aydınla birlikte 3 bin kişi tarafından imzalandı.[3]

Diğer yandan, Dreyfus'un suçsuz olduğunu savunan yazarlar da cezalandırılmaktaydı. Émile Zola, Esterhazy'i beraat ettiren yargıçların ordudan bu yönde emir aldıklarını yazınca 1 yıl hapis ve 3.000 frank para cezasına çarptırıldı. Zola, bunun üzerine İngiltere'ye gitmiş ve hakkında af çıkıncaya kadar da Fransa'ya dönmemiştir.

Bir süre sonra olaylar Dreyfus'un lehine gelişmeye başladı. Dreyfus'un mahkumiyetinde kullanılan belgelerin askerî istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıktı. Adı geçen albay, intihar etti. Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de Dreyfus'un mahkum olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf etti ve İngiltere'ye kaçtı. Bu olaylar üzerine Dreyfus davası, yeniden başladı. 9 Eylül 1899 günü askeri mahkeme, adlî hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus'u bu kez hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkum etti. Dreyfus, yeniden Şeytan Adası'na gönderildi. Ancak, [1] Fransa'da toplumsal gerginlik, o kadar artmıştı ki, duruşma başladıktan 10 gün sonra Cumhurbaşkanı Émile Loubet, Dreyfus'u bağışlamak zorunda kaldı. Dreyfus, suçsuzluğunu kanıtlama hakkını saklı tutarak bu af kararını kabul etti. 1904'e kadar yeniden yargılanmak için çaba harcadı. En sonunda, 1906'da düzmece bir suçlamaya kurban gittiğini kanıtlayarak aklandı. Aynı yıl, yüzbaşılık rütbesi, kendisine geri verildi. Binbaşılığa yükseltildi ve Légion d'Honneur nişanı ile onurlandırıldı.[2] Dreyfus, “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara şöyle cevap verdi; “Hayır, yaşasın hakikat!” [1]

Orduda kısa bir süre daha görev yapan Dreyfus, binbaşılığa yükseldikten sonra kendi isteğiyle yedeğe ayrıldı. 1. Dünya Savaşı'nda tekrar göreve çağrıldı ve yarbay rütbesiyle bir cephane birliğini komuta etti. Savaştan sonra ne yaptığı ise bilinememektedir. Dreyfus'un bu olayları kendi ağzından anlatmak için yazdığı "Five Years of My Life" ise halen Fransa'da ilgi duyulan kaynak kitapların arasındadır.[3] Dreyfus, 1935'te ölmüştür.[2]

Dreyfus'un suçsuzluğu 1930 yılında iyice pekişti. Askerî bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman Schwartzkoppen'in günlüğü yayınlandığında, gerçek bir kez daha ortaya çıktı. Ancak, Fransız ordusunun bu gerçeği kabul etmesi, neredeyse yüz yıl aldı. 25 Eylül 1995 tarihli Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus'un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair bir yazı yayınlandı. Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus'un suçsuz olduğunu ve ordunun yanlış yaptığını açıklamıştır.[1]

20. yüzyılın başlarında tüm Fransa'yı altüst eden Dreyfus olayı, adaletin yanılmasının ve yüksek siyasete kurban edilmesinin ne ilk ne de son örneğidir. Hemen her ülkenin ve dönemin Dreyfus'ları olmuştur ve olacaktır. Ancak, Dreyfus olayından çıkarılacak önemli derslerin olduğu da kesindir. Basını, yargısı, siyaset adamı, ordusu ve aydınıyla bütün bir toplumun bu dersleri çok iyi okuması gerekmektedir. Bir kere, Dreyfus olayı, hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin zannedildiği gibi bağımsızlık değil, bağlılık esasına dayandığını göstermiştir. Bu yönüyle Dreyfus davası, hukuku "siyasetin farklı araçlarla devamı" olarak gören realist hukuk ekolünün argümanlarını destekleyen tarihi bir örnektir. Diğer yandan, sonuçları itibarıyla bu dava, yargının hem siyasal hem de bürokratik iktidarın etkisinden bağımsız olması gerektiğini göstermiştir.

Dreyfus olayından çıkarılması gereken belki de en önemli ders, adaletsizliğin ve haksızlığın uzun vadede hükümferma olamayacağıdır. Her türlü engellemelere ve zorluklara rağmen, Dreyfus'un haksız yere mahkum edildiği anlaşılmış ve kendisine iade-i itibarda bulunulmuştur. Dreyfus'un zaferi, gerçekte militarizmin ve faşizmin yenilgisi olmuştur. Bu zaferde en önemli pay, Èmile Zola gibi dürüst aydınlara aittir. Zola, tüm zamanların Dreyfus olayları hakkında geçerli olan şu ilkeyi, mücadelesinin her aşamasında hatırlatmaktan geri durmamıştır: "Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak." [6]



Èmile Zola ve "Gerçek Yürüyor"
Èmile Zola, ne yazık ki, 1902 yılında Yüzbaşı Dreyfus'un aklandığını ve görevine iade edildiğini göremeden ölmüştür. Ancak, ölmeden bir yıl önce Dreyfus'la ilgili yazılarını bir araya getiren "Gerçek Yürüyor" adlı kitabını yayınlamıştır. Bu kitap, Zola'yı ünlü bir romancı olmanın çok ötesine taşıyan ve gerçek bir aydının adalet mücadelesini gösteren bir metin olarak tarihe geçmiştir. Zola'nın gazetelerde yayınlanan yazıları, bir yandan Dreyfus'un masumluğunu ispat etmeyi, diğer yandan da adil olmayan bir siyasal düzenin ayakta kalamayacağı konusunda yetkilileri uyarmayı hedefliyordu.[6]

Zola, Dreyfus olayında adaletin siyasal nedenlerle gölgelendiğine inanıyor, gücün emrindeki yargının adalet dağıtamayacağını haykırıyordu. "Eğer siyasal nedenler adaletin gecikmesini gerektiriyorsa, bu kaçınılmaz sonucu daha da ağırlaştırarak geciktiren yeni bir hata işlenmiş olacaktır." diyordu.[7] [6] Dreyfus olayında kayıtsız kalan ve adaletin gerçekleşmesi için fazla bir şey yapmayan hükümetin acziyetini ortaya koyuyor ve onu harekete geçmeye çağırıyordu. Dreyfus'un ikinci kez yargılanması ve on yıla mahkum edilmesinin ardından "Beşinci Perde" başlığı altında kaleme aldığı ve "L'Aurore" gazetesinde yayınlanan yazısında Zola şunları söylüyordu: "Hükümet, memurları tarafından ihanete uğramıştır. Karanlık düşünceli kocaman çocukların ateşle ve bıçakla oynamalarına göz yummak gevşekliğini göstermiştir. Yönetmenin, ileriyi görüp tüm önlemleri önceden almak demek olduğunu unutmuştur." [8] [6]

Zola, cumhurbaşkanına açık mektup şeklinde 13 Ocak 1898 günü yayınladığı yazısında da hem Dreyfus'u mahkum eden askeri mahkemeyi hem de gerçek suçlu olan Esterhazy'i aklayan askeri yargıçları bağımsız olmamakla suçlamıştır. Zola, yazısında daha sonra kendisinin mahkumiyetine neden olacak şu ifadelere yer vermişti: "Bir savaş konseyinin yaptığını, öbür savaş konseyinin bozabileceği nasıl umulabilmişti? Yargıçların her zaman yapabilecekleri seçmenin sözünü bile etmiyorum. Askerlerin kanına işlemiş olan yüksek disiplin düşüncesi, onların adalet gücünü zayıflatmaya yetmez mi? Disiplin demek, itaat demektir. Savaş bakanı, büyük şef, bir olay konusunda verilmiş mahkeme kararının önemini ve gücünü kamu önünde belirtirken, bir savaş konseyinin onu kesinlikle yalanlamasını mı bekliyorsunuz? Hiyerarşi bakımından olanaksızdır bu. General Billot, yaptığı açıklama ile yargıçlara telkinde bulunmuştur. Onlar da ateşe atılırcasına, düşünmeden karar vermişlerdir." Bu sözlerinden dolayı mahkeme önüne çıkan Zola, tarihi bir savunma yapmıştır. "Artık Dreyfus davası yok. Bundan böyle, Fransa'nın hâlâ insan hakları Fransa'sı olup olmadığını bilmemiz söz konusudur." diye konuşan Zola, savunmasını şöyle tamamlamıştır: "Ülkemin yalan ve adaletsizlik içinde kalmasını istemedim. Burada bana ceza verilebilir. Ama bir gün, şerefinin kurtulmasına yardım ettiğim için Fransa bana teşekkür edecektir." [9]

Dreyfus davasında ucuz popülizm peşinde koşan ve yargıyı etkileyen kurumların başında basın gelmekteydi. Zola, basının bir kısmının yaşanan adaletsizliği hayasızca desteklediğini, diğer bir kısmının da "tarafsızlık" etiketi altında adaletsizliğe kayıtsız kaldığını yazıyordu. Zola şöyle diyordu: "Aşağılık basının azgınlığını gördük... Ne yazık ki, bu eskimiş kalem tartışmacılarının, bunak kışkırtıcıların, yurtsever geçinen dar kafalıların beyinleri, suçların en kirlisini işlemiş, kamu vicdanını karartıp, tüm bir halkı şaşırtmaya çalışmıştır. Yalan, lekeleme, gammazlık doğal olgular haline getirilmiştir. Tüm bunlar çağımızın yüz karası olarak kalacaktır... En sonunda, yüksek basının, ciddi ve onurlu diye adlandırılan basının, tüm bunlara kaygısızca yardımcı olduğunu gördük. Zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmadılar. Kuşkusuz tarafsızlıktı bu. Ama ne anlamı vardı? Bir tek yüksek ve soylu ses, bu namuslu basında bir tek ses çıkıp da insanlığın, hakarete uğrayan adaletin yanını tutmamıştır!" [10] [6]




Dreyfus Olayının Siyasâl Sonuçları
Dreyfus davasının başlıca sonuçlarından biri, Fransız toplumunun başlattığı başlıca tartışmalardır. Bu tartışmalar, 1905'te ülkede din ve devlet işlerinin kesinlikle birbirinden ayrılması gibi önemli değişikliklere yol açmıştır.[2]

Dreyfus davasının politik sonuçlarından biri, Fransa'da siyasal safları belirginleştirmesi olmuştur. Cumhuriyeti destekleyen ılımlı cumhuriyetçiler, liberaller, radikaller ve sosyalistler, cumhuriyet karşıtı olarak görülen ordu ve Katolik Kilisesi karşısında ittifak kurdular. Hemen belirtmek gerekir ki, sosyalistlerin tamamı Dreyfus'u desteklememiştir. 18 Ocak 1898 tarihinde 32 sosyalist milletvekili bir bildiri yayınlayarak “Kapitalist sınıftan, düşman sınıftan olan” Dreyfus'un durumunun kendilerini ilgilendirmediğini açıklamışlardı.[11] Dreyfus olayı, Fransa Cumhuriyeti'ni güçlendirmiş, solu iktidara taşımış, militarizmin ve kilisenin itibar kaybetmesine neden olmuş ve en önemlisi 1905 tarihli din-kilise ayrılığı hakkındaki meşhur kanunun çıkarılmasına yol açmıştır.

Dreyfus olayı, Fransa'nın yaşadığı en büyük hukuksal skandal olarak tarihe geçti. Bu olay, sadece bir askeri görevlinin haksız yere suçlanması ve ordudan atılmasından ibaret değildir. Dreyfus davası, ülkedeki iktidar ilişkilerinin ortaya konulduğu, toplumda egemen olan Yahudi düşmanlığı duygularının açığa çıktığı, bu duyguların siyasi ranta tahvil edildiği, askeri kurumların militarizmi süreklileştirmek için basın ve kilise gibi kurumlarla işbirliği yapmaya yöneltildiği ve Fransız Cumhuriyeti'nin temel değerlerinin tartışıldığı bir süreç yaratmıştır. Bu haliyle Dreyfus davası, Fransa'nın siyasal ve toplumsal hafızasına kazınmış sembolik bir olaydır.[1]

Dreyfus skandalının belki de en önemli sonucu, fikir namusuna sahip aydınların toplumu yönlendirerek adaletin tesisinde önemli bir rol oynayabileceklerini göstermiş olmasıdır. Gerçekten de Dreyfus olayında Anatole France ve Èmile Zola gibi yazarlar belirleyici bir rol oynamıştır.

Özellikle Zola, yazdığı yazılarla Dreyfus'u mahkum eden yargıçlara, orduya, basına ve hükümete ağır eleştiriler yöneltmiştir. Bu yazıların da etkisiyle, başlangıçta Dreyfus'un aleyhine olan Fransız halkı gittikçe adalet taleplerini yükseltmiş, toplantı ve gösterilerle iktidar üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Kısacası Zola, Dreyfus olayı ile alnına kara bir leke sürülen "adalet tanrıçası"na yeniden onurunu kazandıran aydın olmuştur.[6]

Fransa tarihine L'Affaire (Olay) adıyla geçen Dreyfus Davası, Fransa'yı iki kampa ayırmış, aşırı sağcılarla ve solcularla kamuoyuna duruşma çerçevesini aşan kampanyalara yürütme olanağı vermiş bir davadır. Sağcı milliyetçiler, bu fırsattan yararlanarak rejimi sarsmaya ve yıkmaya çalışmışlar, Kilise düşmanı solcular da Kilise'ye saldırmışlardır. Bu dava çerçevesinde gelişen çalkantıların keskinleştirdiği siyasal ve devlet işlerinin ayrılması gibi sarsıcı önlemlerin alınmasına, Fransa'yı ,sağdaki militaristler arasında 1914'e hatta daha sonrasına değin etkisi altında tutacak bir bölünmenin doğmasına yol açmıştır.[3]

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Dreyfus Davası ve Siyasal Sonuçları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Tarih-
Buraya geçin: