Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Sultan II. Abdülhamid Han (3. Bölüm)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
soner




Mesaj Sayısı : 3323
Kayıt tarihi : 31/05/10

Sultan II. Abdülhamid Han (3. Bölüm) Empty
MesajKonu: Sultan II. Abdülhamid Han (3. Bölüm)   Sultan II. Abdülhamid Han (3. Bölüm) Icon_minitimePerş. Tem. 22, 2010 3:53 pm

Sultan II. Abdülhamid Han (3. Bölüm)
Hazırlayan: Akhenaton
20. 2. Meşrutiyet
Bu arada İngilizlerin Arabistan'da Cemaleddin Efgäni ve meşhur casus Lawrens yolu ile hilafet meselesini kurcalamaya başlamaları üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Aynı şekilde bir kafileyi de Hindistan'a gönderen Padişah, böylece İngilizlerin propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı. Padişah'ın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamayacaklarını anladılar. Bunun için İttihat ve Terakki Cemiyetinin faaliyetlerine hız verdirdiler. Başta Adana olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar. Neticede İttihat ve Terakki Partisine mensup bazı Türk subayları, Padişah'ı, Kanun-i Esasi'yi ilan etmeye zorladılar.[2]

İttihatçılar tarafından astırılan bildiriler Abdülhamid'e yapılan uyarılar niteliğindeydi. Bu bildirilerle Abdülhamid'e karşı savaş ilan edilirken, Makedonya ve Selanik'teki Mason localarının tam desteği alınmıştı. Abdülhamid, İttihatçıların tehditleri üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Amacı gereksiz yere kan dökmemek idi. Çünkü bazı İttihatçılar, yanlarına Balkanlar'da yaşayan azınlıklara mensup askerleri alarak dağda kurdukları çetelerle devletin merkezleri olan Yıldız ve Babıali üzerinde baskı yapmaya başlamışlardı. İttihatçılar tarafından küstah bir dille çekilen telgraf neticesinde Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir ihtimali kalmamıştı.[26]

Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, bu olayın ayrıntılarını şöyle anlatıyor:

«Serez'deki Makedonya Locası'nın azasından olan Serez mutasarrıfı Reşit Paşa kardeşimiz, Meşrutiyet ilanı günü Serez'den İstanbul Yıldız Sarayı'na, İkinci Sultan Abdülhamid'e telgraf çekerek "iki saate kadar Meşrutiyet ilan edilmediği ve cevap verilmediği takdirde ahali tebdili biat edecektir" demişti. Abdülhamid bu telgrafı alınca telaşlanmış ve müsvedde halinde olan bu cevabı tebyiz bile ettirmeden her tarafa telgraf çektirerek İkinci Meşrutiyet'i tamim mecburiyetinde kalmıştır.» [30]

İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908'de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti. İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908'de Bosna-Hersek'i işgal ettiğini bildirdi. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan'a katıldığını açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908'de yeni seçilen Meclis-i Meb'usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi.

Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu. Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup mebusların hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meşru vasıtalara başvuruyorlardı. Binlerce Müslüman'ın kanına giren Yunan, Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul'a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer Hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler.[2]

Yıllardır kurulması düşünülen fakat sürekli olarak Abdülhamid'in engellemeleri neticesinde başarısızlıkla sonuçlanan Büyük Türkiye Locası çalışmaları da Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başarıya ulaştı. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak ise masonluk-İttihat ve Terakki ittifakının, Meşrutiyet'in ilanından sonra da devam ettiğini vurgular:

«Masonluk bu bölgede İttihat Terakki Cemiyeti'ne nasıl hizmet etti ise, bilahare Meşrutiyet'in ilanını müteakip bu cemiyet de Türk masonluğunun teşkilatlanıp gelişmesine öylece hizmet etmiş ve onun yükselmesine amil olmuştur.» [26][31]

Meşrutiyet'in ilanından sonra masonların yapmış oldukları propagandalar sayesinde devlet kademesinde mason olmayanların Avrupa ülkelerinde itibar görmeyeceği inancı yaygınlaşmıştı. Araştırmacı-Yazar Mustafa Yalçın, Meşrutiyet'in ilanından sonra mason localarına artan talebi kitabında şöyle anlatıyor:

«Bu propagandalara aldananlar, gecikmeden soluğu mason teşkilatlarının gizli odalarında alıyorlardı. Önce İstanbul'da bir mason büyük şurası oluşturuluyor sonra ilk üyeler en yüksek mason basamağına yani 33. dereceye çıkarılıyordu. Masonluğun bu yüksek basamağına tırmanan biraderler arasında Talat Paşa, Mithat Şükrü Bey, Karasu, Davit Kohen vardı. Bu zatları birdenbire son basamağa çıkaran zat, Mısır Şuray-ı Ali azasından Sakanini biraderdi. Türk masonluğunun Siyon üçgenli tahtına yerleşen İttihat ve Terakki ileri gelenleri, diğer subayları da locaya girmeye zorlayarak kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. İttihat Terakki, herkesi bünyesinde toplamaya çalışmakla bir siyasi oluşum havası vermek istiyordu. 31 Mart olayının ardından İttihat ve Terakki liderlerinden Talat Bey, masonlukta bir basamak daha çıkıyor ve büyük üstad oluyordu. Ayrıca memleketin her yerine, Elazığ'dan Malatya'ya varıncaya kadar İttihat Terakki kanalıyla localar açılır olmuştu. Az zamanda yalnız İstanbul'da 24 loca açılmıştı. Bütün memleketteki locaların sayısı 58'e ulaşmıştı.» [26][30]

21. 31 Mart Ayaklanması
İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini kazandı.Karşılaştığı tenkitleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyorlardı.[10][11] İttihat ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile ortalığı birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icraatlarda kendilerine destek olması için, Selanik'ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler.[2] Ancak bunların başlarındaki subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabına sürüklenip askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburları efrâdı, halkla temas edince, İttihat ve Terakkî'nin irtikap ettiği mel'ûnâne zulüm ve hıyânetlerini öğrenerek kendilerini korumaya memur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar.[10][11]

İttihatçılar, kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar, lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükümet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu. Rumi 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşa'nın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar, sadrazamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşa'yı sadrazamlıktan azlederek yerine Tevfik Paşa'yı getirdi ve Müşir Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyin başkatibi ile isyancılara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi. Bunun üzerine isyan bir miktar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine alevlendi.

İsyanın Rumeli'deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, Yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul'a sevk edildi.

Mevcudu 15.000'e varan Hareket Ordusu, 24 Nisan'da Topkapı ve Edirnekapı'dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla'daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han, kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslüman'ı Müslüman'a kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Ordu'ya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah'ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu, İstanbul'a hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu-suçsuz bir çok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları yağmaladı. İttihat ve Terakki, hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul'da terör havası estirmeye başladı.[2]




22. Sultan Abdülhamid'in Hal'i (Tahttan İndirilmesi)
Sultân Abdülhamîd, bu gürûha karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafında iyi tâlim ve terbiye görmüş otuz bin asker vardı. Neticede tâç ve tahtı için su hengâmede bile kan dökmeye râzı olmadı.[10][11] İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki talimli asker ve sadık subaylar, gelen çapulcu alaylarını darmadağınık edebilirdi. Fakat, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İstanbul'a giren hareket ordusu kumandanları, doğru Yıldız sarayına geldiler. Hazineyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyanın en zengin kütüphanelerinden olan saray kitaplığının bir kısmını yağma ettiler. Padişahın altın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Bu barbarca saldıranlar, birer kahraman, kurtarıcı ilan edildi.[9]

27 Nisan 1909 günü, Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan'dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah'ın hal' edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hal' kararının bir fetvaya istinat ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal' fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamid Han'a 31 Mart İsyanına sebep olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva emini Hacı Nuri Efendi, bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı imzalamadı. Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan'ı hal' kararı aldı.[2]

Usûlen tanzîm edilen bu fetvâ, tamamen haksiz ve mesnetsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i mu'tebere-i dîniyyeyi cem' u ihrâk", yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.

Bu bühtanın asli sudur: O zaman Kurân-i Kerîm'in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kurân-ı Kerîm'i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kurân-i Kerîm tab'ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kurân-i Kerîm tab' olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakılır), külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.[10][11]

İttihad ve Terakki merkez-i umumîsi azalarından Fatin Gökmen'in aktardığına göre; Sultan Abdülhamid'in hıyanetine ilişkin bir vesika bulmak amacıyla Hâfız İsmail Hakkı Paşa ile birlikte hazine-i hassa'nın tüm evraklarını ve hesaplarını tetkike memur edilirler. Üç aylık tetkikleri sırasında; Bulgar Kralı'ndan gelen bir telgraf bulurlar. Kralın gönderdiği telgraf metni şöyledir:

“Edirne'yi bana verirseniz ben Hareket Ordusu'nu dağıtırım ve saltanatınız tehlikeden masun kalır.”

Sultan Abdülhamid ise telgrafında şu karşılığı verir:

“Ben ne saltanatım ne de hanedanım için Müslüman askerlerinin üzerine bir Hıristiyan ordusunun taarruzunu asla istemem.”

Bunları anlatırken gözleri yaşaran Fatin Gökmen: “Biz bu telgrafı bulunca hayretten donakaldık. Ve o zaman kanaat getirdik ki merhum Sultan Hamid'e isnat olunan kötülüklerin hepsi yalan ve iftiradır...” [32][33]

diğer taraftan, hal' fetvâsı ait olduğu makamdan sâdir olmamıştır. Bu maksatla parlamentoya celbedilen ve kendisine baskı tatbik edilen fetvâ emîni Hacı Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için kâfî bir ser'î sebep mevcut olmadığını beyândan sonra:

"Hal', meşûmdur (uğursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal' edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli'den milyonlarca muhâcir İstanbul'a geldi. Medrese ve câmîler, lebalep bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdişâh'ın hal'ini arzu ediyorsunuz, kendisine arz ediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi.

Bu münâkaşaya şâhit olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde tefsir sâhibi Elmalılı Hamdi Efendi'nin takrîri (söyleyip yazdırması) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal' fetvâsı ortaya çıktı.[10][11]

Nihayet, hal' kararını Padişah'a tebliğ için, Ayan ve Mebusan'ı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti.

Sultan Abdülhamid Han'a hal'ini tebliğ için Yıldız'a gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah'ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Padişah, hal' kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyin başkatibi Cevad Bey'e sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı.[2]

Sultân, bu heyette su Yahûdî çıfıtı da görünce, diğerlerine dönüp:

«Sizler, Müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu Yahudi'nin aranızda işi ne?!.»

deyince, diğerleri, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:

"Bu, azîz ve alîm olan Allâh'ın takdîridir..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.[10][11]

İttihatçılar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Han'ı İstanbul'dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri Selanik'e naklettiler.

Bu sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah'a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik'te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi.[2] Bu köşk, zengin bir Yahudi ailesi olan Alatini biraderlere aitti.[10][11] Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Gazete okumasına dahi izin verilmedi.[2]

Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i sâhâne"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alindi.

Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini müteakiben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adi altında âdetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhûmun tâlimatı ile yapılan tahkîkatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yagmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan başlayarak en küçük zâbite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyânetin hesâbini sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.

Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakkî erkânı ülkeyi câhilâne bir sûrette idâre etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.[10][11]

Sultan Abdülhamid Han, Selanik'te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan'ın Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han'ın Selanik'te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul'a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti.

1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul'a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi.

Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek savaş-ı umumi felaketine sürüklendiğine şahit oldu.[2]

Sultan Hamid hanın kansız ve huzur içinde geçen idaresinden sonra memleket, siyasi idamlar, suikastler ülkesi oldu. Çok kimseleri idam ettiler. Birbirlerini, hatta kendi başkumandanları olan Mahmud Şevket paşayı da dört aylık sadrazam iken 11 Haziran 1331 (1913) de kendileri öldürdü. Yerine getirilen Mısır prensi Said Halim paşanın 3 sene, 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat paşanın bir buçuk senelik sadaret zamanlarında, memleket karma karışık oldu. Herkes, ölüm, hapis korkusu içinde idi. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslam düşmanlığı, küfür ve irtidad moda olmaya başladı. Her vilayette zalimler türedi. 1329 (m. 1911) da Arnavut isyanı oldu. Mahmud Şevket paşa büyük kuvvetle önleyemedi. Sultan Reşad 16 Haziranda Kosova'ya gitti. 522 sene önce, dedesinin zafer kazandığı yerde, yüz bin Arnavut ile Cuma namazı kıldı. Huzuru temin etti. Mahmud Şevket paşanın 82 taburla yapamadığını, sultan Muhammed Reşad, bir gövde gösterisi ile temin eyledi.[9]

İttihat ve Terakkî hükümetinin gaflet ve cehâletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukâvemet devâm ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın süratle ilenmesi karşısında Selânik'i tehlikede gören İttihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selânik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâh'ın dış dünyâ ile yıllardan beri bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:

"–Gâlibâ siz kiliseler meselesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.

Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:

"Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terk ederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mi oldular? nasıl olur? Hayır, ben râzı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..." dedi.

Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensûbu olmanın mesûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.

Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asil sebebi, kiliseler meselesinin halledilmiş olmasıydı.

Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla ayni hukûka sahip "erkşahlık" adıyla Bulgar kilise riyâsetini tesis etmişti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.

Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.

Gâfil İttihatçılar, işbaşına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.

Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi'ni başlattılar.

İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehâlet ve hıyânetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık Yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanları tahrîk etmesinin mâhiyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi'ni müteakiben ortaya çıkan I. Cihan Harbi'ne de Almanlar''n yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir Yahûdî emr-i vâkîsi ile...

İttihatçılar, düşman tazyîkinden kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güyâ onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Suson Yahûdî asıllı idi. Hususî bir tâlimatla hareket ediyordu. Gemi efrâdının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artik Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Suson, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemisine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâkî ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkânından hiç kimsenin haberi yoktu.

Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.

Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artik Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyâret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar''n sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar''n sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:

"Şu hesâbi da mi yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar''n yanında harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ı İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Simdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artik çok geç!.." dedi.

İkisi de nemli gözlerle sarayı terk ederlerken:

"Bizler, böyle bir sultanin kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.[10][11]

Sultan Abdülhamid, 18 Mart 1917 tarihinde hatıratına şunları yazıyordu: "Düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak haline geldi. Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar, vatan elden gittikten sonra..." [34]

Ebüzziya takviminin 19 Şubat 1945 pazartesi yaprağında diyor ki:

«Meşrutiyetin başlangıcı, memleketimiz için büyük felaket ve ziyanlara sebep oldu. Çünkü 1911 de Trablusgarb İtalyanlara bırakıldı. 1912 de Balkan harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilişiğimiz kesildi. Afrika'da 1.200.000 kilometre², Rumeli'de 250.000 kilometre² yerimiz elden gitti. Birinci cihan harbinde de 1.000.000 kilometre²den fazla toprak kayboldu. Koca imparatorluk, yağma edildi. Bu felaketlere, ittihat ve terakkinin, gafil, cahil, fırkacı, inatçı, bölücü idaresi sebep oldu.» [9]

İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi. Boğaz istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Han'a bildirilince; “Ben Fatih'in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin'den aşağı kalamam. Dedem, İstanbul'u alırken; Kostantin, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim, nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayından ayağımı dışarıya atmam!” diye cevap verdi. Onun bu kararlılığı karşısında hükümet, İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.[2]

23. Vefatı
Abdülhamid Han, Savaş-ı Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşındaydı. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve [2] büyükbabası için Divanyolu'nda yaptırılmış olan [14] Çemberlitaş'taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi.[2] Vefatında 75 yaşını 4 ay geçiyordu.[15]

Ulu Hâkan, 1918'de vefât ettiği zaman bütün mağdur ve mazlûm millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhiret'e yolcu ederlerken bazıları:

"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.[10][11]

İttihat ve Terakki'nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdülhamîd'în ne büyük, hattâ emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyordu. İttihatçılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi ve Mason tesiri) artık istikamet değiştirmeyi imkânsız hale getirmişti. Nitekim Abdülhamîd'in cenaze namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendisini alamayan Talât Paşa bu ince ruh ukdesinin ilancısı olmuştur.[35]

Birinci cihan harbine Osmanlılar üç milyon askerle katıldı. Bir milyon zayi eyledi. Bunun dörtyüzbini cephede şehid oldu. Müttefiklerimizin mevcudu yirmi üç milyon olup, onbeşbuçuk milyon zayiatımız oldu. Bunun üçbuçukmilyonu cephede öldü. Düşman orduları mevcudu, kırk üç milyon idi. Bunların yirmi üç milyonu zayi oldu. Yalnız beş buçuk milyonu cephede öldü.[9]

Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918'de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Talat Paşa, 1921'de 49 yaşında Berlin'de, Enver Paşa 1922'de 40 yaşında Türkistan'da, Cemal Paşa da 1922'de 50 yaşında Tiflis'te öldürüldüler.[2]

Avrupa'daki mason locaları, bu başarılarını uzaktan keyif ile seyrediyorlar, İslamiyet'i yok etmek için, yeni planlar hazırlıyorlardı. Masonlar, ittihatçılara yaptırdıkları bu cinayetleri Mithat paşa ve arkadaşları gibi maşalarla, daha otuz bir yıl önce ve pek kıyasıya yaptıracaklardı. Fakat, çok akıllı, zeki, ileriyi görüşü keskin ve tam Müslüman olan, ikinci Abdülhamid han, bunu anlamış, bu felaketleri önlemiş, İslam âlemine saadet, huzur sağlamıştı. Bunun için, bu yüce hakana, kızıl sultan, korkak, zalim gibi isimler taktılar. Böylece gençleri aldatmaya, onun sevgisini, büyüklüğünü gönüllerden çıkarmaya uğraştılar.[9]

Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan fâciaların îkâzıyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden Istimdâd isimli şiirini dikkatlerinize sunalım:

Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryâdim varır mi bârıgâhına?..
Târihler adini andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftirâ atan;
Asrin en siyâsî Pâdişâhına!..
pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyâm etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibâhına...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!..
Nâdimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedâmet hislerini söyle ifâde eder:
Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdâda biz;
Hasret olduk eski istibdâda biz!.. [10][11]

İkinci Abdülhamid'in sekizi erkek, dokuzu da kız olmak üzere 17 çocuğu dünyaya gelmiştir.

Çocukları: Mehmed Efendi (1871-1937), Abdülkadir Efendi (1878-1945), Ahmed Efendi (1878-1945), Burhaneddin Efendi (1885-1948), Abdürrahim Efendi (1894-1954), Nureddin Efendi (1901-1950), Bedreddin Efendi (1901-1904), Mehmed Abid Efendi (1904-?) , Ulviye Sultan (1868-1872), Zekiye Sultan (1878-1952), Naime Sultan (1876-1945), Naile Sultan (1884-1956), Şadiye Sultan (1887-1977), Ayşe Sultan (1887-1977), Refika Sultan (1907-1908).[15]

24. Eserleri
Sultan Abdülhamid zamanında, her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, yapıldı. Viyana'dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi açıldı. 1876'da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879'da da bir müze yaptırdı. 1880'de Hukuk Mektebi ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu. Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı. 1881'de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883'te Yüksek Ticaret Mektebi, 1884'te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı. 1886'da Terkos Suyunu İstanbul'a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı. 1887'de Alman İmparatoru İstanbul'a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı. 1889'da Bursa'da İpekçilik Mektebini yaptırdı. 1891'de Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ile Kağıthane'de bir poligon kurdurdu. 1890'da Bursa demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı. 1891'de Üsküdar Lisesi ve Rüşdiyye Mektepleri ve yeni postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve Yafa-Kudüs demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine 1892'de Hamidiye Kağıt Fabrikası, Kadıköy Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı. 1893'te Osmanlı sigorta şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu yapıldı. 1894'te Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1894'te Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı, Dolmabahçe Saat Kulesi inşa edildi. 1895'te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze binası, mum fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki İstanbul Lisesi binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. 1896'da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı. Akıl Hastanesini, 1900'de Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırdı. 1902'de Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka'ya kadar işledi. Kağıthane'deki Hamidiye suyu İstanbul'a getirildi. Yeni balıkhane, Haydarpaşa Rıhtımı, Maden Arama Mektebi, Şam'da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa'da 1903'te Askeri Tıbbiye Mekteb-i Şahanesi, 1904'te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi açıldı. 1904'te Bingazi'ye telgraf hattı yapıldı. 1905'te İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyon Binası yapıldı. Beşiktaş Tepesindeki Yıldız Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı. Velhasıl Avrupa'da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı.

Ne yazık ki, 1909'da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve Eskişehir-Adana-Bağdat ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu. Din bilgileri, fen ve edebiyat ile ilgili pek çok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kitaplar gönderdi. Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç'e çekip Avrupa'da yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi.[2]

25. Abdülhamid Hakkında Yanlış Bildiğimiz 10 Şey
Geçtiğimiz 10 Şubat günü Sultan II. Abdülhamid'in 91. ölüm yıldönümüydü. Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile cesaret istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu. Çuvalları delip çıkan gerçeğin mızrakları hepimizi şaşırtıyor. Neler mi onlar? Sayıları çok fazla ama içlerinden 10 tanesini seçtim. Beraber çıkarmaya çalışalım mı?

1. Kızıl Sultandı (!)
Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüz binlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.

2. Meşrutiyet düşmanıydı (!)
93 Harbi'nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi.

3. Milleti cahil bıraktı (!)
Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür.

1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

4. Denizciliğe düşmandı (!)
Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası bile Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid, "karacı" idi, kabul. Ama ****** de, İnönü de karacı idi. Demek ki, Türkiye'nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi. Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da, ****** de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?

5. Keyfî sansür uyguladı (!)
Sansürün elbette savunulacak tarafı yok. Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir? Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan "cellat sansürü"yle hiç mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid'inki.

6. Hafiye teşkilatı zararlıydı (!)
Hafiye teşkilatının topluma nefes aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu? Unutmayalım ki, Fransa'nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı'nın posterlerinin Ermeni hamalları tarafından satıldığını yazıyordu.

Devlet Londra, Paris ve Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suiistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.

7. Despottu (!)
'İstibdat' kelimesini 'despotizm' diye çevirmek yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset düşüncesinde "istibdat" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn Haldun 'istibdat'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki, önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.

8. 31 Mart'ı tertiplemişti (!)
31 Mart isyanında en ufak bir katkısının olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu başkanı Yusuf Kemal (Tengirşenk), 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım, Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın hazinesi karşılayabilir."

9. Hamidiye Alayları gereksizdi (!)
Hamidiye Alayları, şunlara yaramıştı:

Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderildi.
Rus istilasına karşı caydırıcı oldu.
Kürtler ve konar göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu.
Aşiretlerin yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı.
Çocuklar İstanbul'daki Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler.
Aşiret kavgalarının önüne geçildi.
Sükûnet sağlanınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...
10. Korkaktı (!)
Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bey'in dediği gibi "Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek kişi, Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan'a söyledikleri karakterini iyi özetler: "Kalbimde yalnız ALLAH korkusu vardır. Bir hadise olmadan evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem." [36]

26. Hakkında Ne Dediler?
«Abdulhamid'i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır!» (Necip Fazıl Kısakürek)

«100 gram aklın 90 gramı Abdulhamid Han'da, 5 gramı bende, 5 gramı da diğer siyasilerdedir!» (Prens Bismarck)

«Sen, bir anne gibi tuttun ufukları...» (Sezai Karakoç)

«Abdülhamid devrinin her yirmi dört saati bin muamma ile doludur.» (Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu)

«İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum.Daire-i hususiye bu mu idi?(Halid Ziya Uşaklıgil)

«Çok hassasiyetli, azametli idi. Hiç şüphesiz şahsen merhametli idi.» (Fethi Okyar)

«Bize ümmetin günahını kendinde bulmak,kendinde yenmek, kendisiyle fenaya erdirmek isteyen ruh dünyasının kahramanları lazımdır.» (Nurettin Topçu)

«II. Abdülhamit, meziyet ve kusurları ile son imparatordu. Ondan sonra Osmanlı tahtının bir pırıltısı ve ağırlığı kalmamıştı.» (Turgut Özakman-Diriliş/Çanakkale 1915'ten)

«Onlar sanıyorlar ki ,biz sussak mesele kalmayacak,Halbuki biz sussak tarih susmayacak,Tarih sussa,Hakikat susmayacak.» (Sezai Karakoç)

«Dünyanın son hükümdarı,son evrensel imparator 2.Abdülhamid han'dır.» (İlber Ortaylı)

«Sen değil naşın hükümdar olsa elyakdır bize/ Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus» (Ahmet Rasim)

«Abdülhamid'in yönetim tarzı azami müsamahadır» (Mustafa Kemal ATATÜRK)

«Padişah Abdülhamid sayesinde Batı âlemi, bilhassa Dışişleri teşkilatları; Halifeye, İslâm âleminin Papası gözüyle bakıyorlardı. Onun bu sıfatla kullanabileceği nüfuzdan çekiniyorlar, hattâ korkuyorlardı.» (Wanbery) [37]

Hakkında haksız hükümler verilen mazlum padişah'ı, şerefli hizmetleri bulunan bu değerli idareciyi bir defa daha rahmetle yâd edip, hayatı hakkında bu kısa tetkikimizi Yahya Kemal'in kendisi için yazdığı kıtasıyla noktalıyoruz. Şöyle diyor Yahya Kemal:

"Ey şehryâr-ı â'tıfet-âsâr-ı muhterem
Ey Tâc-dâr-ı mâ'delet-efkâr-ı zu'1-kerem
Sensin, o pâdşâh-ı dil-âgâh-ı pür-himem
Kim vasf-ı Hazretin'de senin her ne söylesem
Abradır ey Halîfe-i pür-lutf-u mâ'delet" [5]

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Sultan II. Abdülhamid Han (3. Bölüm)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sultan II. Abdülhamid Han (1. Bölüm)
» Sultan II. Abdülhamid Han (2. Bölüm)
» Sultan Abdülhamid Han'in Ruhâniyetinden Istimdat
» II. Abdülhamid Han ve Robot Teknolojisi
» II. Abdülhamid Suikasti ve Yıldız Camii'nde Patlatılan Bomba

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Bilgi Köşesi :: Tarih-
Buraya geçin: